Salı günü Tahran’da TRT World Araştırma Merkezi ile Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün ortaklaşa düzenlediği 15 Temmuz’un yıl döneminde bölgesel güvenliği yeniden düşünmek temalı toplantısına katıldım. İranlıların toplantıya katılımı ve ilgisi yüksekti.
Toplantı hem Türkiye hem de İran için kritik bir döneme denk geldi. Her iki ülkenin de bölgesel politikalarını yeniden gözden geçirmek durumunda oldukları bir dönemden geçiyoruz. Son gelişmeler Türkiye ile İran arasındaki siyasal mesafeyi kısaltma potansiyeline sahip.
Bu noktada, yeni dönemde Türkiye ve İran’ın paylaşması muhtemel en temel iki ortak değeri şöyle sıralayabiliriz: Birincisi, iki aktör de bölgede yeni sınırların çizilmesine karşı çıkıyor. Mevzubahis aktörlerin bu yaklaşımını Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık referandumu kararında açık bir şekilde gördük. Her iki aktör, Irak merkezî hükümetinden dahi daha sert bir şekilde Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık girişimine karşı çıkıyorlar.
İkincisi, hem İran hem Türkiye, bölgenin bölge-dışı aktörler tarafından yeniden dizayn edilmesine karşı çıkıyor. En son Katar krizinde de görüldüğü üzere her iki aktör de bölge dışı aktörlerin ortaya koyacakları muhayyel veya muhtemel bölgesel düzenin kendilerini dışarıda bırakacağını ve çıkarlarını gözardı edeceğini düşünüyorlar. Bu yaklaşım her iki aktörü Katar krizinde aynı pozisyonu almaya itti. Bu aktörler Katar krizini bölgesel bir bağlama oturtup öyle okuyup bu saldırganlığı yeni bir bölgesel düzen inşasının girişimi olarak değerlendirdiler. ABD merkezli ve Suudi Arabistan - Birleşik Arap Emirlikleri - Mısır - İsrail - Ürdün sac ayakları üzerine inşa edilmesi planlanan bu muhayyel düzenin kendilerini izole edeceği ve bölgesel nüfuzlarını sınırlandıracağı okumasını yaptılar. Bu okumanın bir sonucu olarak da her iki aktör kendilerini Suud-BAE ortak operasyonunun karşısında konumlandırdılar.
Bölgesel siyaset okumasına dair bu iki mevzudaki yakınlaşmaya ilaveten, Suriye sahasında siyaset ve projeksiyonlarında yaşanan iki değişimden dolayı bu aktörlerin kısmi olarak birbirlerine yakınlaşmasını ya da en azından ilişkilerindeki tansiyonun belli ölçüde düşmesini bekleyebiliriz.
Birincisi, resmi söyleme rağmen Türkiye, Suriye’de rejim değişimi siyasetinden çoktan vazgeçti. Hatta daha önce Başbakan Binali Yıldırım’ın Münbiç bağlamında kullandığı ifadelere bakacak olursak, Ankara’da gittikçe rejimi ehven-i şer gören bir anlayış hakim oluyor.
İkincisi, 2011 yılından itibaren İran’ın PKK-PYD üzerinde tedrici olarak inşa ettiği nüfuz alanı yeni dönemde erozyona uğrayacak gibi duruyor. PKK-PYD gittikçe daha fazla ABD’nin nüfuz alanındaki aktörlere dönüşüyor. Bu dönüşüm İran’ın bu aktörlere olan yaklaşımını gittikçe daha fazla gözden geçirmesine yol açıyor. Zamanla İran’ın bu aktörleri konjonktürel müttefikten ziyade jeopolitik tehdit olarak okuyacağı bir döneme giriyoruz.
Bu iki noktadaki değişim Türkiye - İran ilişkilerindeki tansiyonu kısmen düşürmeye namzet görünüyor. Çünkü Türkiye - İran ilişkilerindeki kötüleşme, ikili ilişkilerden ziyade her iki aktörün bölgesel vizyonlarının çatışmasının eseriydi. Bu aktörlerin bölgesel siyasetlerindeki değişim de haliyle bu aktörlerin ikili ilişkilerini yeniden şekillendirme potansiyeline sahip.
Bu faktörlerin bir sonucu olarak İranlı entelektüel ve analistlerin yeni dönemde Türkiye’ye yönelik söylemlerinde bir değişimin olması beklenirdi. Fakat hem Tahran’daki toplantıda hem de yaptığım ikili görüşmelerde bu değişimi yeteri kadar göremedim. İran’daki entelektüel sınıf hala bölgeyi Arap Baharı ve özellikle Suriye krizinin sağladığı okuma kalıplarıyla okuyor. Suriye siyasetinde Türkiye’yi hala DAİŞ parantezine hapseden bir dil yoğun bir şekilde kullanılırken, yeni dönemin sorunları veya meydan okumalarına dair ne anlamlı bir söylem ne de vizyon geliştirilebilmiş. Sahte bir ahlakilik ve seçici bir tarih okuması üzerine inşa edilmiş bir dil İran’ın yayılmacı ve revizyonist jeopolitik hırslarına kılıf kılınmış durumda.
Zaten bölgedeki entelektüel veya karar alıcıların bölgeye dair fazlasıyla normatif ve ‘ahlaki’ bir dil kullanması bölgesel siyaseti zehirleyen bir işlev görüyor. Tahran toplantısından hemen önce Şiraz’da katıldığım İKÖ’nün gençlik birimi tarafından çok profesyonelce düzenlenen “Geleceğe Yönelik Müslüman Düşünürler Forumunda” bu durumu bütün şeffaflığıyla gözlemleme imkanını elde ettim.
Müslüman dünyada Müslümanların kendi aralarında yaptıkları toplantılarda ortak kimlik ve medeniyet temalı konuşmalar sıkça yapılır. Ortak aidiyet duygusu, İslam birlikteliği ve ümmet kavramının kuşatıcılığı sürekli mevzu bahis edilir. Uygulanan siyasetlere ahlaki ve normatif çerçeveler ivedilikle sunulur. Bu mecralarda veya Tahran’daki toplantıya benzer toplantılarda ulusal çıkar veya daha genel bir tabirle çıkar kavramından bahsedilmez. Ondan adeta kaçınılır. Böylesi bir söylem menfi olarak değerlendirilir.
Tahran gözlemlerime devam edecek olursak, fazlasıyla normatif ve fazlasıyla ‘ahlakilik’ üzerine inşa edilmiş söylemler bölgesel tartışmanın sahiciliğini ortadan kaldırıyor. Bu mecraların sorunlara sahici çözüm üretebilme kapasitesini ortadan kaldırıyor. Bölgenin daha açık bir şekilde ‘çıkar’ kavramı üzerinden daha sahici tartışmalar yapmaya ihtiyacı var. Ancak bu şekildeki tartışmalar sayesinde bölgesel krizleri daha isabetli bir şekilde okuma ve onlara çözüm reçeteleri sunma imkanına sahip oluruz. Yine ancak bu yolla aktörlerin esnekliklerini ve marjlarını tesbit etme imkanına kavuşuruz. Fakat Tahran’da, ‘bölgesel güç mücadelesini kazanıyoruz’ psikolojisiyle tahkim edilmiş ve temelsiz bir ahlakilikle nakşedilmiş bir ruh hali ve söylem hakimdi salona. Bunun da anlamlı bir siyasal diyaloğun önünü tıkayacağı aşikar...