Bölgede zaman hızlı akıyor. Meseleler baş döndürücü bir süratte gelişiyor. Sadece bu hafta sonu yaşananlar dahi Ortadoğu'da siyasetin ne kadar dinamik ve değişken, zemininin ne kadar kaygan olduğunu bir kez daha gösterdi. 24 saatten az bir zaman dilimine Lübnan Başbakanı Saad Hariri'nin istifası, Suudi Arabistan'da düzinelerce üst düzey gözaltına alınma vakaları ve Yemen'den Riyad'a atıldığı iddia edilen bir füze sıkıştı. Her üç meselenin de ulusal, bölgesel ve global olmak üzere üç boyutlu tahlilini yapmak gerekiyor. Suudi Arabistan'da yaşanan gözaltılar Muhammed bin Selman'ın dalgalar ve safhalar üzerinden gerçekleştirdiği iktidarını tahkim etme sürecinin muhtemelen son safhasını teşkil ediyor.
MBS, daha önce ulusal muhafızlar (national guards) hariç diğer bütün güvenlik ve istihbarat kurumlarında kontrolü ele geçirmişti. Ordu, savunma bakanlığı ve istihbarat MBS'nin tasarrufundaydı. Son gözaltılarla MBS, son kaleyi de ele geçirmiş oldu. Buna ilaveten, zaten sistemle son derece uysal bir şekilde çalışan iş dünyasını da daha uysallaştırmak istiyor. Görevlerinden aldığı prenslerin yerine 4. veya 5. dereceden genç prensleri getirerek kendisinin etrafında tamamıyla yeni bir iktidar alanı inşa ediyor. Görevden aldığı aktörlerin yerine atadığı prenslerin nerdeyse hiçbiri 35 yaşın üzerinde değil. Bu kişilerin sistem, toplum veya aşiretler nezdinde ne anlamlı bir tarihleri ne de karşılıkları var. Bu şekildeki bir gençleştirme projesi sistemin ve iktidarın tamamıyla MBS üzerinden ve onun etrafından inşa edilmesi için önemli bir işlev görüyor.
Bunun yanı sıra, Hariri'nin istifası Suudi Arabistan (muhtemelen ABD ve İsrail'in yeşil ışık yakmasıyla) ile İran arasındaki mücadelede yeni bir cephenin açılması anlamına geliyor. Zaten Hariri'nin açıklamayı Beyrut'ta değil de Riyad'da yapmış olması mesajın asıl sahibinin kim olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu açıklamadan sonra Lübnan'ın ve Suriye'nin belli bölgelerinin yeni bir çatışma ve savaş alanına dönüşmesi olasılığı birkaç gün öncesine oranla daha fazla artmış durumda. Bölgesel hegemonya arayışıyla Şii milis kuşağı, bölgesel ve uluslararası güçlerin İran’ı dengeleme isteğini kabartıyor.
***
Bu güncel çalkantıları şimdilik bir kenara koyacak olursak, post-IŞİD döneminde bölgesel istikrarsızlığı veya kaosu besleyen başlıca üç damardan bahsedebiliriz. Birincisi; Irak, Suriye ve Lübnan başta olmak üzere bölgedeki Sünni marjinalleşmenin derinleşerek devam ediyor olması. Mevzubahis hiçbir ülke Sünni marjinalleşmesini giderecek bir adım atmaya gönüllü görünmüyor. Bu marjinalleşmenin palyatif çözümlerle giderilmesi mümkün görünmediğine göre bunlara daha yapısal çözüm reçetelerinin önerilmesi gerekiyor. Bu da mevzubahis devletlerin siyasal sistemlerinin Sünnilerin anlamlı siyasal katılımını sağlayacak şekilde yeniden reform edilmesini gerektiriyor. Fakat ortaya çıkan görüntü veya trend tam aksi bir istikamete işaret ediyor. Ne Irak ne Suriye ne de Lübnan'da Sünnilerin öfkesini azaltacak, marjinalleşmelerini bitirecek veya radikalleşmelerini törpüleyecek bir trend göze çarpmıyor. Hatta Irak'ta Sünni marjinalleşmesi veya radikalizmine Kürtlerin de öfkesi eklenecek gibi duruyor. Yani Irak'ın üç temel bileşeninden (Şii, Sünni ve Kürt) ikisinin siyasal sistemden daha çok koptuğu ve siyasal merkeze daha fazla öfke duyduğu bir evreye giriyoruz. Bölgedeki siyasal iklimin neo-IŞİD bir örgütü hortlatması kuvvetle muhtemel gözüküyor.
İkincisi; İran'ın hegemonya arayışıyla ortaya çıkan Şii milis kuşağı bölgesel krizi derinleştiren diğer bir faktörü oluşturuyor. Zaten ilk faktörle ikinci faktör birbirleriyle yakından ilintili. IŞİD'e benzer bir şekilde, ortaya çıkan Şii milis kuşağı da ulus devlet kavramının, sınırlar meselesinin ve siyasal sadakat hadisesinin içini boşaltıyor. Lübnan'daki Hizbullah, Suriye'deki Şii milisler ve Irak'taki Haşdi Şabiler (hepsi değil ama büyük bir kısmı) bu ülkeler arasındaki sınırları hiçe sayan, İran merkezli jeopolitik ve siyasal bir projeksiyona hizmet eden ve siyasal sadakatleri içlerinde yaşadıkları devletlerden ziyade velayeti fakih makamına olan özelliklere sahipler. Özellikle Suriye'deki Şii milisler Afganistan ve Pakistan başta olmak üzere birçok ülkeden gelen, yabancı savaşçı sınıfına girecek binlerce militanlara sahip. Şiddeti siyasal güç veya jeopolitik üstünlük sağlamak için çok sistematik bir şekilde kullanıyorlar. Siyasal, askeri, iktisadi ve dini güç kullanmalarına rağmen, siyaseten sorumsuzluk ve hukukun dokunulmazlık zırhına sahipler. Bu örgütler, sayısız katliamlar gerçekleştirmelerine rağmen, bugüne kadar bu katliamları nedeniyle hiçbirisi (özellikle orta ve üst düzey seviyesinde) hesap vermiş değil. Aynı zamanda hem devlet içerisinde devlet görüntüsüne sahipler hem de ulus ötesi şebeke gibi işlev görebiliyorlar. İran'dan Akdeniz'e kadar kesintisiz bir şekilde uzanan bu milis hattı önümüzdeki dönemde bölgesel krizlerin ana merkez üslerinden birini teşkil etmeye namzet gözüküyor. Örneğin, İranlı general Mesut Jezayeri'nin dün kullandığı "Besiç'lerin İran'da oynadığı çok etkin rolün benzerini Haşdi Şabiler de Irak'ta oynayacak" ifadeleri birçok kesimin bu milis kuşağına dair sahip oldukları kaygı ve korkuları teyit eder mahiyetteydi.
İlginçtir Türkiye'nin bölgesel nüfuz alanını da, bölgeye erişim hatlarını da doğrudan etkileyen ve kısıtlayan ve dolayısıyla Türkiye için hem jeopolitik hem de güvenlik riski teşkil eden bu kuşağa dair çok az sayıda analize rastlıyoruz. Bunun yerine her geçen gün Türkiye, İran ve Rusya arasında gelişen ilişkilere dair şişirilmiş beklentiler ve gerçekçi olmayan projeksiyonlar servis ediliyor. Türkiye, tabii ki hem İran hem de Rusya'yla ilişki kurmalı. ABD'nin izlediği öngörüsüz ve yanlış politikaların da Türkiye'nin bu dış politika yöneliminde ciddi payı var. Fakat her geçen gün Türkiye kendisini bu ilişkilere daha fazla mahkum ediyor. Esnekliğini veya hareket kabiliyetini yitiriyor. Daha önce de belirttiğim üzere, kamuoyunda sıkça vurgulanan Türkiye-İran-Rusya arasındaki yakınlaşma vurgusu yaşananı doğru bir şekilde tasvir etmiyor. Yakınlaşma yok. Bunun yerine Türkiye'nin her iki aktöre tek taraflı yaklaşması söz konusu. Bunun da yapılış tarzı ve niteliği orta vadede Türkiye'nin bölgede yaşadığı stratejik sıkışmışlık halini azaltmaktan ziyade arttıracak gibi görünüyor.
***
Üçüncü kriz alanını ise Muhammed bin Selman ile Muhammed bin Zayid'in başını çektiği bölgedeki değişim dalgasıyla İslamcıları bastırmayı, İran'ı sınırlamayı, Türkiye'yi ise dışlamayı hedefleyen otoriter statüko kampının ihtirasları oluşturuyor. Yemen'den Libya'ya, Mısır'dan Katar'a kadar geniş bir alanda bu cephenin yıkıcı faaliyetlerine şahit oluyoruz. Başta Suudi Arabistan olmak üzere bütün bu aktörler, hem kendi iç siyasal sistemlerini agresif bir şekilde yeniden dizayn ediyorlar hem de post-Arap Baharı'nın bölgesel düzenini tekrardan otoriter statüko üzerinden tesis etmeye çalışıyorlar. Bu aktörlerin bu faaliyetleri hem kendi ulusal bağlamlarında hem de bölgesel ölçekte yeni fay hatlarını tetikliyor.
Daha sonraki yazılarda Türkiye'nin bu kriz alanlarına yönelik olarak nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği konusuna daha fazla kafa yoracağız. Fakat şimdilik sadece şu kadarını demekle yetinelim: hem İran hem de Suudi Arabistan izledikleri siyasetle bölgeyi bir ateş çemberinin içine itiyorlar. Türkiye, bu iki aktörden birini diğerine tercih etmeyen, bunun yerine her ikisiyle olan ilişkilerinde somut başlıklara yoğunlaşan mesafeli bir siyaset izlemelidir.