Avrupa’nın yakın coğrafyası tarihî bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Etkileri nesiller boyu sürecek olan bu dönüşüm, bu komşu coğrafyaların hem muhayyel iç siyasal düzenlerinin niteliğini hem de bölgesel düzeninin mahiyetini belirleyecek. Ve buralarda ortaya çıkacak olan resim Avrupa’nın kendisini doğrudan etkileyerek siyasal ve kamusal alanını şekillendirecek. Nitekim, Ortadoğu’da çökmüş devlet yapılarıyla artık tutunamayan otoriterizminin eseri olan mülteciler ve terörizmle Avrupa’da yükselen ırkçı ve popülist dalga arasında doğrudan bir bağ var. Yani, komşu coğrafyalarının dönüşümüne katkıda bulunan bir Avrupa’dan ziyade komşu coğrafyaları tarafından dönüştürülen bir Avrupa ile karşı karşıya bulunuyoruz. Yakın coğrafyası ile Avrupa arasındaki etkileşimin veya karşılıklı dönüştürme hikayesinin bu ölçekte güçlü olması da, yakın coğrafyada yaşananları Avrupa için yalnızca bir dış politika meselesine değil, aynı zamanda bir iç politika meselesine dönüştürüyor.
Avrupa’nın dış politikadaki açmazları
Buna rağmen, Avrupa mücavir coğrafyasında yaşanan dönüşüm sürecinde de krizlerin çözümünde de başat bir rol oynayamıyor. Suriye’de olduğu gibi, bu krizlerin seyircisi konumunda. Daha ikincil derecede bir role sahip ve daha edilgen bir resim veriyor. Bunun bir sebebi, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra neredeyse bütün büyük jeopolitik meseleleri Amerika’ya delege etmesinden kaynaklanıyor. Avrupa’nın neredeyse arka bahçesi olarak görülebilecek hem Balkanlar hem de Ortadoğu’daki kriz alanlarında ABD inisiyatif almadığı sürece Avrupalıların ciddi bir varlık gösteremediğini defalarca gördük. Avrupa, dış ve güvenlik politikalarında büyük oranda ABD merkezli bir çerçeve içerisinde hareket etti. Bunun getirdiği bir jeopolitik kültüre ve alışkanlıklara sahip. Bu konuda birinci ligde oynayamayan bir aktör olduğunu adeta kanıksadı.
Fakat bugün ABD, Avrupalıların alıştığı bu tarihsel rolü oynama konusunda pek istekli değil. İlaveten, Suriye’de, İran’la yapılan nükleer anlaşma ve benzeri başlıklarda olduğu gibi, ABD’nin son dönemlerde sahip olduğu birçok dış politika tercihi de Avrupalıların pek hoşuna gidecek tarzda değil. Bu da Avrupalıların dış ve güvenlik politikaları konusunda daha fazla sorumluluk almalarını daha yüksek bir profil çizmelerini gerekli kılıyor. Farklı dönemlerde Avrupalı liderler benzeri bir çağrıyı yaptı. Macron’un the Economist dergisine verdiği mülakatı da Merkel’in daha önce yaptığı Avrupa ordusu çağrıları ile en son verdiği Financial Times mülakatını da bu bağlamda görebiliriz. Yani bu konuda hem entelektüel hem de siyasal bir farkındalık oluşmuş durumda. Fakat bu farkındalık henüz bir siyasal pozisyon veya stratejiye dönüşmüş değil. Ve bu dönüşümün kısa sürede gerçekleşmesi de pek olası değil. Hasılı entelektüel zemini ve siyasal söylemi olan veya oluşmaya başlayan bu farkındalığın siyaseti ve stratejisi vücuda gelmiş değil.
Amerika merkezli dış politika çerçevesinin sorgulanması Avrupa’yı dış politikada etkisiz eleman konumuna sokan yegane faktör değil. Dış ve güvenlik politikaları büyük oranda ulus devletler tarafında şekilleniyor. Yani AB, dış ve güvenlik politikaları alanında o kadar anlamlı bir aktör değil. Bu yapısal tahdit yanında farklı Avrupa devletlerinin birbirlerine zıt dış politika önceliklerine, tercihlerine ve birbirleriyle çatışan tehdit algılarına sahip olmaları Avrupa’nın dış politikada etkin bir üniteye dönüşmesini engelliyor. Doğu Avrupa ile Güney Avrupa devletlerinin Rusya’ya yaklaşımındaki farklılık bu durumu bariz bir şekilde ortaya koyuyor. Doğu Avrupa ülkeleri için Rusya hala temel bir tehdit kaynağıyken, Güney Avrupalılar için Rusya önemli bir ticaret ve enerji partneri konumunda. Hatta Macron gibi kimi Avrupalı aktörler nezdinde Rusya muhtemel bir güvenlik partneri olarak da görülüyor. Benzeri bir durumu şu anda daha güncel olan Libya meselesinde de görüyoruz. İtalya ile Fransa’nın rekabeti Avrupa’nın anlamlı bir Libya politikası geliştirmesini büyük oranda imkansız hale getiriyor. Bunların devamı olarak, Rusya ile Türkiye’nin Libya girişiminin tekrardan açığa çıkardığı gibi, inisiyatif alamayan, bunun yerine başka aktörlerin aldıkları insiyatife reaksiyon gösteren bir konumda bulunuyor Avrupa bugün.
İlaveten, Avrupa, krizlerin asıl mahiyetini teşhis etme ve ona uygun reçete sunma konusunda da pek parlak bir resim sunmuyor. Aslında bu Avrupalıların geleneksel olarak daha avantajlı oldukları bir alanda bu avantajlarını kaybettiklerine de işaret ediyor. Örneğin, İsrail - Filistin meselesinin söylemsel çerçevesinin inşasında Avrupalılar Amerikalılara oranla her daim daha ileri bir noktada durdular. Buna karşın, Avrupalı aktörlerin son yıllarda Ortadoğu’daki krizlere koydukları teşhis ve bu krizlere yönelik geliştirdikleri söylem seti epey iç karartıcı bir mahiyete sahip. Örneğin, Libya başlığındaki enerji ve Sahel’in güvenliği meselesini bir paranteze aldığımızda, Avrupa, hem Suriye’yi hem de Libya’yı büyük oranda mülteciler ile terörizm başlıklarına indirgedi. Bunlara da mülteciler ve terörizmle mücadele stratejileriyle cevaplar üretmeye çalıştı. Özellikle mülteciler başlığında, ahlaken sorunlu antlaşmalarla bu meseleden kurtulmaya çalıştı. Bu antlaşmalar ile sağladığı malî yardımları Avrupa, bu konulardaki siyaset ve siyasa açığını kapatmak için kullandı. Yani Avrupa, tutarlı Suriye veya Libya politikaları geliştirmek yerine, mültecilerle ve terörle mücadele stratejilerini geliştirmeyi önceledi. Suriye ve Libya ‘politikalarını’ ise bu terör ve mültecilerle mücadele siyasetinin alt başlıklarına indirgedi. Böylesi bir teşhis ve reçete diyalektiği, Avrupa’yı sadece ahlaken sorunlu bir alana hapsetmekle kalmıyor, siyaseten de etkisiz bir konuma mahkum ediyor. Onun söylemsel ve normatif etkisinin azalmasına yol açıyor.
Avrupa ve uluslararası meşruiyet
Avrupa dış politikasındaki bütün bu sorunlu başlıklara rağmen, Avrupa hala ciddi manada diplomatik alana nüfuz edebiliyor ve uluslararası meşruiyetin tayininde kritik bir rol oynayabiliyor. Bu minvalde, Libya gündemli Berlin süreci, Avrupa’nın en azından diplomatik alanı daha etkin kullanmak istediğini ortaya koyuyor. Bunun devamı olarak, Libya’da meşruiyet kavramıyla meşru olanın tanımında önemli bir işlev görmek istiyor. Özellikle Fransa, BM üzerinden Trablus merkezli hükümete atfedilen meşruiyetin sorgulanması meselesini açacak gibi görünüyor. Haftar’ı destekleyen aktörler öncelikle meşru otoritenin kullandığı yetki ve mekanizmalara Haftar’ı daha fazla ortak kılmak isteyeceklerdir. Bu da Haftar’ın milis bir liderden çıkıp uluslararası meşruiyeti olan bir aktöre dönüşme sürecine ivme kazandırır.
Berlin süreci: Meşruiyet el mi değiştirecek?
Yani, Berlin ile başlayan süreç Trablus merkezli hükümete atfedilen uluslararası meşruiyetin tedrici bir şekilde oradan alınıp Haftar’a aktarılmasına zemin hazırlayabilir. Bu bağlamda, son dönemlerde Haftar’a bağlı birliklere adeta ordu muamelesi yapılırken, Suriyeli savaşçıların Libya’daki savaşa dahil olmasıyla beraber bundan sonra milisler ve paralı savaşçılar kavramı daha çok onlar için kullanılacak gibi duruyor. Benzer şekilde önümüzdeki dönemde muhtemelen Serraj’ın şahsında Trablus merkezli hükümete daha fazla Türkiye’nin vekil aktörü muamelesi yapılacak gibi duruyor. Hatta bu nedenle Serraj’ın Libya’da ‘ulusal birliğin sağlanmasını kolaylaştıracak’ başka bir figürle ikame edilmesi için Haftar’ı destekleyen ülkeler diplomatik bir kampanya dahi başlatabilirler. Bu da uluslararası meşruiyet mücadelesinin gittikçe Haftar’ın lehine ve Trablus merkezli hükümetin aleyhine evrilmesi anlamına gelecektir.
Libya, enerji kaynakları ve malî zenginlikleri nedeniyle Akdeniz’deki bir Körfez ülkesi özelliklerine sahip. Aynı Libya, Avrupa’nın hemen dibinde. Avrupa’ya yönelik göç ve radikalizm meselesinde hem önemli bir kaynak hem de transit ülke konumunda. Bu da Libya’yı önümüzdeki dönemde uluslararası ilgiye daha fazla mazhar kılacak gibi duruyor. Bu uluslararası ilgi, Berlin sürecinde olduğu gibi, Libya’ya dair meşruiyet kodlarının inşasında ve meşru aktörün tanımlanmasında kritik bir rol oynayacak. Libya’daki krizin geleceği sahadaki dinamiklerle uluslararası alanda yaşanacakların etkileşimiyle tayin edilecek. Burada da Avrupalılar hala önemli bir rol oynayabiliyorlar.