Cumhuriyet’in kurucu kimlik anlayışının kabaca üç temel özelliği vardı: Türklük, laiklik ve Batıcılık (veya Batı yönelimlilik). Bu kriterler Cumhuriyet'in ideal kimlik tanımında da ideal vatandaş tanımında da kullanıldı.
Tabii ki neyin meşru ve ideal olduğunun tanımı aynı zamanda neyin gayrimeşru olduğunun tarifini de beraberinde getirdi. Bu da güvenlikleştirici bir siyasetle beraber uygulandı. Kürt kimliği yeni devletin Türklük anlayışı ve Türkleştirme politikalarının eseri olarak daha Cumhuriyetin ilk kuruluş aşamalarından itibaren sorunsallaştırıldı ve güvenlikçi bir perspektife mahkum edildi. Benzer şekilde, devletin militan laiklik anlayışı İslamiliğin veya İslamcılığın bir tehdit olarak okunmasına yol açtı. Son olarak, bu her iki kimliğin coğrafyası veya menbaı olarak görülen Ortadoğu ise yeni devletin Batıcı yöneliminin antitezi olarak kodlanıp güvenlikleştirildi. Yani bir coğrafya olarak Ortadoğu, bir fikir olarak İslamcılık ve bir kimlik olarak Kürtlük Cumhuriyet eliti tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak kodlanıp, güvenlikçi bir paranteze hapsedildiler. Bu durum, devletin niteliğini şekillendirdiği gibi onun buyurganlığına, otoriterliğine de davetiye çıkardı. Haliyle bu güvenlikleştirme siyaseti, etkilerini bugün dahi hala derinden hissettiğimiz Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü fay hatlarını hem vücuda getirdi hem de onların her daim aktif kalmalarını sağladı. Bunun bir sonucu olarak, devlet-toplum ilişkileri zehirlendi. Siyaset işlevsizleşti. Çünkü, böylesi bir mühendislik devlet, toplum ve siyasetin birbirlerini dışlayacak şekilde kurgulanmasını veya anlaşılmasını gerekli kılıyordu. Haliyle bu durum da ülkeyi anormal kıldı.
Zaten, Türkiye'de devlet-toplum ayrışmasının temelini de, vesayet rejiminin inşa gerekçesini de burada aramak gerekiyor. Bu hususlar daha önceki müesses nizam olarak tanımladığımız zümrenin sinir uçlarını oluşturuyordu. Yine vesayet sistemi ile siyasetinin varoluş gerekçesini de... Vesayet sisteminin kurumsallaştığı MGK siyasetinin DNA'sını da Türkiye'yi bir siyasal partiler mezarlığına dönüştüren parti kapatmalarının (28 parti kapatıldı) birçoğunun gerekçesini de yine burada aramamız gerekiyor. Cumhuriyet tarihinde kapatılan partilerin çok ciddi bir kısmı ya 'Şeriat' (İslami hassasiyetler veya talepler olarak okuyabiliriz) ya da 'bölücülük' (Kürt kimliğine dair talepler olarak okuyabiliriz) tehdidi gerekçesiyle kapatıldılar.
Bu mantık, toplumun devlet tarafında ya bir sorun olarak kodlanmasına ya da terbiye edilmesi gereken, doğru yola yönlendirilmesi gereken bir nesne olarak algılanmasına yol açıyordu. Devletin ve siyasetin bu krizi 1990'lı yıllarda zirve yaptı. Sovyetler Birliği'nin yıkılması, Soğuk Savaş'ın sona ermesi dünyada demokratikleşme, sivilleşme, şeffaflaşma ve reform rüzgarları estirirken, Türkiye bambaşka bir güzergahta ilerliyordu. Ülke kayıp yıllarını yaşıyordu. Başörtüsü yasakları, ekonomik krizler, ülkenin Kürt coğrafyasında düşük yoğunluklu bir savaş, köy yakmaları, faili meçhuller, devletin mafyayla iç içeliği, post-modern darbe, Avrupa'nın yollarını tutan yüzbinlerce siyasi mülteci veya öğrenci Türkiye'nin umumi manzarasını oluşturuyordu. Yani tabiri caizse, memleket akıntıya karşı kürek çekiyordu. Açıkça görüldüğü üzere bütün bu mevzubahis krizlerin temelinde Cumhuriyetin kurucu kimlik krizi yatıyordu. İslami ve Kürt kimliğinin siyasal alandaki yükselişi, sistemin "şeriat" ve "bölücülük" korkularını daha da fazla kaşıdı. Sistem kendisini reforme etmekten ziyade, bu dalgaya vesayetçi karakterini daha da pekiştirerek ve perçinleyerek cevap vermeyi tercih etti. Bu, toplumda Kemalist sisteme karşı beslenen öfkeyi daha da derinleştirdi. Bu öfke birikimi ve enerji AK Parti'yi iktidara taşıyan ana etmenlerin başında geliyordu.
AK Parti’de iktidara gelir gelmez bu güvenlikleştirme siyasetine siyaseti işlevselleştirerek, siyasal kanalları açarak cevap verdi. Siyaset güvenlikleştirme panzehiri kılındı. Zaten toplumun merkezinden sistemin merkezine yöneltilen bir itirazın veya meydan okumanın adı ve adresine dönüştü AK Parti. İktidar, bu güvenlikleştirici mantık ve atmosferle, tedrici bir siyaset ve kurguyla mücadele etti. İktidarın kendisini sistemin içerisinde ne kadar rahat hissettiğine bağlı olarak mevzubahis başlıkları (Ortadoğu, İslamcılık ve Kürtlük) güvenlikçi siyasetin cenderesinden çıkarmaya çalıştı. Buradaki her bir başlıkta elde edilen başarı diğer başlığın da güvenlikçi perspektiften kurtarılmasına zemin hazırladı.
O döneme kadar büyük oranda tehdit okumaları üzerinden algılanan, 'şeriatçı' ve 'bölücü' aktivitelerin kaynağı olarak görülen Ortadoğu’nun farklı bir bakış açısıyla okunmasına yatırım yapıldı. Bunun için çaba harcandı. AK Parti, bunu ekonomi ve ticaret vasıtasıyla yapmaya çalıştı. Bölge ülkeleriyle ekonomik ve ticari bağlar genişletildi. Irak, İran, Suriye ve diğer ülkeler bu aşamada sürekli ekonomiyle bağlantılı konular üzerinden gündeme gelmeye başladılar. Örneğin, 2000 yılında İran'la 1 milyar dolar olan ticaret hacmimiz 2006 itibariyle 6.7 milyar dolara ulaşmıştı. Irak, hızlı bir şekilde Türkiye'nin en yüksek ticaret hacmine sahip olduğu ilk üç ülke arasına girdi. Bu da toplumdaki ve siyasetteki Ortadoğu algısının daha normalleşmesi, daha da sivilleşmesi ve ticarileşmesine katkı sundu.
***
Benzer şekilde AK Parti; kendisini sistem içerisinde daha rahat hissettikçe, İslami kimliğin veya İslamcılığın da güvenlikçi bakış açısından kurtulmasına yönelik politikalar izledi. Türkiye, Ortadoğu'daki siyasal meselelerle daha yakından alakadar oldu. Örneğin, Hamas'ın Filistin'deki seçimleri kazanması üzerine Halid Meşal 2006 yılında Ankara'da ağırlandı. İslami kesimin yaşadığı hak kısıtlamaları tedrici bir ajandayla ortadan kaldırıldı.
Bu her iki başlıktan mesafe alması, sistemdeki konumunu da tahkim ettiğini düşünmesinin bir sonucu olarak AK Parti; Cumhuriyet tarihinin en ağır sorunu, en fazla güvenlikçileştirilmiş meselesini de çözme, onu da güvenlikçi bakış açısının esaretinden kurtarma yönünde adımlar atmaya başladı. Kürt meselesi ve kimliğinin daha sivil ve daha siyasal bir şekilde okunması ve çözülmesi yönünde siyasal adımlar atılmaya başlandı. 2005'deki Diyarbakır konuşmasını bir kenara koyacak olursak, 2009'dan başlamak üzere 2015'e kadar süren, belli kesintilere uğramasına rağmen bir siyasal çözüm arayışı siyasete hakim oldu. Bu arayışın kendisi meselenin daha az güvenlikçi bir perspektif, daha fazla siyasal bir bakış açısıyla okunmasının eseriydi.
Bu başlıklardan mesafe alındıkça devlet normalleşti, siyasetin kanalları açıldı. Siyaset aktörleşti, muktedirleşti. Siyaset, meselelerin çözümünde ana adrese dönüştü.
Fakat son birkaç yıldır Türkiye tekrardan tam aksi istikamette bir yol almaya başladı. Demokrasi, refah, iyi yönetim, adalet, ve milli pasaportunun değerlenmesi gibi kavramların iktidarın siyasal lügatından buharlaşmasına paralel olarak; eski devletten gayet iyi tanıdığımız, geride bırakmayı arzuladığımız söylem ve siyaset tekrardan ülkenin üzerine çökmeye başladı. Siyasal meseleleri asayiş sorununa indirgeyen, hem toplumsal hem de siyasal alanı güvenlikçileştiren yaklaşım gittikçe Ankara'ya tekrardan hakim olmaya başlıyor. Bu gidişatı, diğer başlıkların yanısıra, daha önce güvenlikçi cendereden çıkarılan başlıkların tekrardan güvenlikçileştirilmesinden görüyoruz. Kullanılan dil ve kavramlardan anlıyoruz...
Ortadoğu'da ortaya çıkan güvenlik riskleri gittikçe Ortadoğu'nun kendisinin bir coğrafya olarak güvenlikçileştirilmesine evriliyor. Bölge tekrardan güvenlikçi bir perspektiften görülüyor. Benzer şekilde, İslami grupların AK Parti’yle ilişkilerinde belli türbülansların yaşandığına çeşitli vesilerle şahit olduk. Yine PKK ile mücadelede alınan güvenlik önlemleri veya uygulamaya sokulan güvenlik enstrümanları gittikçe, bir bütün olarak Kürt meselesinin tekrardan güvenlikçi bakış açısına mahkum edilmesi yönüne doğru evriliyor. Bunun içerideki yansımaları aşikar. Mesela, Çözüm Süreci’nin kendisi, Kürt meselesine siyasal çözüm arayışları gittikçe lanetli süreçler olarak takdim ediliyor. Bu sürecin aktörleri mahkum ediliyorlar. Bu tespitler, Çözüm Süreci’nin yönetiminde hatalar yapılmadığı manasına gelmiyor. Birçok hatalar yapıldı, ihmaller yaşandı. Fakat siyasal bir yolla Kürt meselesini çözme girişimi olan Çözüm Süreci Cumhuriyet tarihinin en cesur ve doğru politikalarından birini oluşturuyordu. Buradan çıkarılan dersler ve deneyimler gelecekte tekrardan uygulamaya konulacak siyasal bir sürecin hem mahiyetini hem de mimarisini şekillendirecektir.
***
Fakat bugün güvenlikçi bakış açısının devlet aklını tekrardan tasallutu altına almasına ve onu dumura uğratmasına şahit oluyoruz. Meselenin tekrardan astronomik kümülatif maliyetler üreteceği bir ara dönemden geçiyor gibiyiz. Ama bu güvenlikleştirici siyaset sadece içerisiyle sınırlı değil. Bu siyaseti dış politikada da, dışarıdaki Kürtlere yaklaşım konusunda da görmeye başladık. Bunun en bariz yansımasını yetkililerin veya medyanın kullandığı dil ve seçtiği kavramlardan görebiliyoruz. Kuzey Irak'ın dönüşünde.... Kuzey Irak, devletin daha önce içeride izlediği Kürt kimliğinin inkarının dışarıya yansıyan formuydu. İçeride Kürt'ün kimliğini, varlığını inkar eden devlet, bu garabeti sürdürmek için dış politikada da uyduruk tanımlamalar üretmek durumundaydı. Bu nedenle, Kuzey Irak, neye tekabül ettiğinden daha çok neyi gizlemeyi amaçladığı, hangi siyasal mantığı temsil ettiği üzerinden anlam kazanıyordu. İranlı’nın, Saddam dahil Iraklı bir Arab'ın kullanmaktan imtina etmediği Kürdistan kavramını kullanmamak için, onu yok saymak için Türkiye'de devlet, siyaset ve medyanın bulduğu bir formüldü Kuzey Irak.
Kürdistan kavramı bölgenin siyasal lügatına yeni girmiş birşey değil. Örneğin, Saddam'ın 1970 yılında baba Barzani'yle imzaladığı otonomi anlaşmasında da kullanılan kavramdı Kürdistan. Bugün dahi ne Irak Başbakanı, ne İran Cumhurbaşkanı, ne de Suudi Arabistan Kralı bu kavramı kullanmaktan gocunuyor. Kuzey Irak kavramı bize has bir durumdu. Bizim yaşadığımız kimlik krizini yansıtan bir vasıta... Bir eski devlet aklına teslim olma halini ve bir inkar politikasının özetini temsil ediyor.
Zaten, 16 Kasım 2013 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan, Diyarbakır'da aynı sahneyi paylaştığı Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani'ye hitap ederken onun herkes tarafından tanınan, Irak anayasasına göre legal bir zemini de olan ünvanını kullanması, yani Kürdistan ifadesini kullanması; herkes tarafında bir tabunun yıkılması ve Türkiye'nin hem içerideki hem de dışarıdaki Kürtlerle ilişkilerinin normalleşmesinin bir göstergesi olarak görülüp takdir edilmişti. Eğer o dönem yaşananlar bir normalleşmenin işaretiyse, bugün yaşananlar ise anormalleşmenin.
Güvenlikleştirici siyaset; topluma, siyasete ve devlete ağır maliyet faturaları çıkaran bir siyasettir. Bu siyaset, Türkiye'nin kayıp yıllar deneyimini tekrardan yaşamasına kapı aralıyor. Bu durumun Türkiye'nin demokratikleşme, reform ve refah çıtasını 10 yıldan uzun bir süre yükselttikten sonra AK Parti'nin başına gelmesi büyük bir talihsizlik. Bu regresif trend devam ederse, iki ihtimalden birinin veya da her ikisinin farklı oranlarda kendisini dayatması kuvvetle muhtemeldir. Nasıl ki 10 yıldan uzun bir süre AK Parti, tabanını ve Türkiye'yi daha reformcu, daha demokratikleştirici ve daha az güvenlikleştirici siyasetle sosyalleştirdiyse, bundan sonra da daha güvenlikçi, daha reaksiyoner bir siyasete alıştırmak durumunda kalabilir. Bu da sürekli öcülerin gösterildiği, korkuların pompalandığı bir dönemi kaçınılmaz kılacak. Bu da Türkiye'de önümüzdeki görünen dönem için reformcu siyaset, iyi yönetim ve demokratikleşme gündeminin tamamıyla rafa kalkması manasına gelecek. İkinci ihtimal ise, bu trendin devamı halinde, AK Parti'nin iktidarda kalma ajandasıyla toplumun siyasal talepleri arasındaki makas her geçen gün açılacak. Bu açıldıkça da siyasetin, buradaki açıklığı bir süre görünmez kılması gerekecek. Görünen o ki, burada da toplumsal korkular kaşınacak, beka sorunu söylemi bolca kullanılacak, meseleler tekrardan güvenlikçileştirilecek, sembol siyaseti icra edilecek (reel siyasetin ikamesi olarak). Bu yöntemle global trende de uygun olarak, Türkiye partilerinden ve liderlerinden hoşnutsuz seçmenler demokrasisinin inşasında son sürat ilerliyor olacak.
Velhasıl, 15 yılın sonunda geldiğimiz noktadan geriye baktığımızda makara sanki tekrardan başa sarıyor.