İsrail ve Filistin konusunda uzman olan Nathan Thrall, İsrail-Filistin meselesinde sahici bir barış sürecinin işlememesinin temel gerekçesini şöyle açıklıyor: İsrail için işgali sürdürmenin maliyeti barışı yapmanın maliyetinden düşük. Daha direkt söyleyecek olursak, İsrail maliyetsiz bir işgal rejimi uyguluyor. Sanılanın aksine, işgal İsrail’e finansal, diplomatik ve askerî açıdan kıymete değer bir yük getirmiş, maliyet üretmiş değil.
***
Mesela İsrail’in işgal ettiği yerlerdeki işgal mekanizmasını düşünelim. Birçok ülke İsrail’le 1967 yılından beri işgal edilmiş topraklar arasında yüzeysel de olsa bir ayrıma gidiyor. Bu tarihten sonra işgal edilmiş topraklarda üretilen ürünlere belli kısıtlamalar ve yaptırımlar uygulanıyor. Fakat bu yaptırımlar son ürüne uygulanıyor; o ürünün üretilmesi için gerekli olan mekanizmanın tamamına değil. Örneğin, AB ülkeleri işgal topraklarında üretilen herhangi bir mamülün son haline yaptırım uyguluyor. O ürünlerin İsrail olarak etiketlenmesine karşı çıkıyor. Fakat bir ürün işgal edilmiş topraklarda üretildiği için nasıl yaptırıma tabi olması gerekiyorsa, bu ürünün üretilmesini sağlayan mekanizmanın da yaptırıma tabi tutulması gerekir. O yerleşim yerinin illegal bir şekilde kurulması kararını veren hükümetin, oraya alt yapı hizmetini götüren belediyenin, o ürünün üretilmesine katkı sunan finansal kurumun da yaptırıma tabi tutulması gerekir. ABD’nin, İran’daki bütün mekanizmaya yaptırım uyguluyor olması örneği gibi. Bu yapılmadığı sürece işgal edilmiş topraklarla İsrail arasında sembolik bir ayrımın gözetilmesinin İsrail için bir caydırıcılığı olamaz.
Buna ilaveten, işgalin sürdürülmesini Filistin cephesinde kolaylaştıran mekanizmaların varlığı da gözden geçirilmesi gerekir. Filistin otoritesinin hakikatte herhangi bir otoritesi yok. Fakat işgal mekanizmasının rahat ve steril bir şekilde işleyebilmesini sağlayan işlevselliği var. Örneğin İsrail’in, işgal altında tuttuğu toplumla yüzleşmeden bu işgali sürdürebilmesine imkan sağlıyor. Benzer şekilde, işgalin İsrail’e ekonomik bir maliyet üretmemesi konusunda da gayet kullanışlı bir rol ifa ediyor Filistin Yönetimi. AB, Filistin Yönetimi’ne en büyük finansal desteği sağlıyor. Bunun dışında, Müslüman ülkeler, Türkiye, ABD ve Körfez, Filistin’e ciddi finansal destek sağlıyorlar. Şüphesiz bu destekler Filistinlilerin yüz yüze kaldığı işgal ve ablukanın eseri olan sıkıntıların kısmi ölçüde hafifletilmesine katkı sunuyor. Ancak bu destekler aynı zamanda İsrail’in işgal mekanizmasının ekonomik yükünü büyük oranda ortadan kaldırıyor.
Buradan odağı Müslüman dünyasına çevirdiğimizde ise pek iç açıcı bir manzara görünmüyor. Müslüman dünyanın (tabii ki varsa) İsrail tepkisi temelde içi doldurulmayan boş retorikten öteye geçmiyor. Askerî opsiyonu bir kenara koyalım, neredeyse hiçbir ülke ne İsrail’e ne de kararı alan ABD’ye karşı ne ekonomik, ne diplomatik ne de başka bir yaptırımdan bahsedebiliyor. Bu şekilde yapılan içi boş retoriğin de herhangi bir caydırıcılığı olmuyor. Müslüman dünyada sokaklar İsrail ve ABD karşıtı gösterilere sahne olurken, Suudi Arabistan’ın Körfez’deki tabela devleti Bahreyn’den bir grup İsrail’i ziyaret ediyordu. Bu son durağı Suudi Arabistan olacak olan İsrail-Körfez normalleşmesinin ilk kamusal testlerinden biriydi. Bahreynli yetkililerin bu ziyareti İsrail ile açıktan işbirliğini kamusal algıda normalleştirmeye matuf görünüyor. Bu nedenle, bu ziyareti Bahreyn’in İsrail’e bir ziyareti olarak okumaktan ziyade Suudi Arabistan’ın alt düzeyden İsrail ile kamuoyuna açık bir şekilde ilişki geliştirmesi olarak okumak gerekir. Muhtemelen bu ziyaret İsrail’le belli safhalar halinde yaşanacak olan normalleşmenin ilk adımını temsil ediyor. Tabii ki Filistin meselesinden bağımsız gerçekleşen bir normalleşmeden bahsediyoruz. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim üzere Körfez’in İsrail’le yaşadığı ve yaşayacağı normalleşme, İsrail’i bölgede yabancılaştıran temel mesele olan Filistin meselesine dokunmadan gerçekleşiyor. Tıpkı daha önce Mısır ve Ürdün’ün İsrail’le yaşadıkları anormal normalleşme örneklerinde olduğu gibi...
***
Bu satırlar yazıldığı sırada İslam Konferansı Örgütü’nün sonuç bildirgesi kamuoyuyla paylaşılmış değildi. Ne yazık ki, Filistin meselesi İKÖ’nün ana ülkesi olan Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok Müslüman ülke için öncelikli bir başlık olmaktan çoktan çıkmış durumda. Zaten Katar ve Kuveyt’i dışarıda tutacak olursak, Körfez’deki diğer ülkeler dünkü toplantıya orta ve alt düzeyden bir katılım gösterdiler. Hatta Körfez’deki birçok yetkili bu kararı eleştirirken kararın yanlışlığı veya haksızlığına vurgu yapmaktan ziyade bu kararın kime yarayacağına işaret ederek (radikal örgütler ve İran) bu kararı eleştirdiler. Bu dahi Kudüs meselesinin bu aktörler için nasıl enstrümantal bir başlığa dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Velhasıl, Trump’ın bu son kararı ne yazık ki Müslüman dünyasının biçareliğinin resmini bir kez daha ortaya koydu.