Ortadoğu’da gelişen her yeni kriz bölgenin kronik krizlerinin asıl temelini neyin oluşturduğu sorusuna yeni cevapların verilmesine yol açıyor. Arap Baharı’na kadar bölgesel krizlerin kahir ekseriyeti bir şekilde Arap - İsrail krizi veya Filistin meselesiyle ilişkilendirilirdi. Arap Baharı’nın ilk aşamalarında ise krizlerin asıl dinamiğini otoriter rejimlerin oluşturduğu otoriter ‘statüko’da aramaya başladık. Arap Baharı’nın siyasal talepler hareketinden çıkıp bir kimlikler mücadelesine dönüşmesi bu sefer Şii-Sünni ayrışması ve mücadelesinin bölgesel krizin ana dinamiğini oluşturduğunun dillendirilmesine yol açtı. Körfez’de başlayan fakat bölgesel bir boyutu olan bu son krizin taraflarının hepsi Arap ve Sünni. Eğer bu kriz derinleşir ve bölge Ortadoğu’daki mücadelenin bundan sonraki ana sahnesini oluşturursa, Ortadoğu’daki bütün krizlerin dayandığı ana kriz nedir sorusuna farklı cevaplar üretmemiz gerekecek. Muhtemelen yukarıdaki bütün kriz gerekçelerini meczeden bir açıklamaya başvurmamız gerekecek.
Öncelikle bu kriz her ne kadar Körfez krizi olarak kodlansa da bölgesel bir kriz olup 2014 yılında Katar’ın diğer Körfez ülkeleriyle yaşadığı sorundan daha derin bir niteliğe sahip. O dönemin krizini sadece diplomatik bir kriz olarak nitelemek mümkünken bugün yaşanan bunun ötesine taşmış durumda. 2014 yılında Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Katar’ın Mısır darbesindeki tutumu ve İslami gruplara desteğini gerekçe göstererek Doha’dan büyükelçilerini çekmişlerdi. 8 ay süren bu süreçte bu ülkeler ne Katar’ın hava, deniz ve kara ulaşım hatlarını bloke etmişler ne de vatandaşlarını sınır dışı etme kararı almışlardı. O dönem yaşanan, Arap Baharı ve İslami gruplara yaklaşım konusundaki farklılıkların yol açtığı ve Körfez bölgesiyle sınırlı diplomatik bir krizdi.
Bu sefer krizin hem boyutu daha derin hem de coğrafik alanı daha geniş. Büyükelçilerin geri çekilmesinin yanı sıra Katar’ın bütün ulaşım hatlarını da bloke etmeyi amaçlayan bu girişim, Körfez’in dışındaki diğer otoriter Arap rejimlerini de Katar’a karşı benzeri bir tutum almaya zorluyor. Katar’ın sadece Suudi Arabistan ile kara sınırı olan bir yarım ada olduğu düşünüldüğünde, bu yaptırımların mahiyeti daha iyi anlaşılır. Katar, gıda başta olmak üzere günlük ihtiyaçlarının büyük kısmını Suudi Arabistan sınırı üzerinden temin ediyor. Ayrıca Katar’ın Asya ve Afrika uçuşları için önemli bir transit noktası olduğu dikkate alınırsa, uygulanan ulaşım yolları yaptırımlarının Katar’ın havacılık sektörünü ve transit merkezi olma hedefini ciddi bir şekilde baltalaması muhtemeldir. Katar uçakları artık daha uzun olan ya İran, Irak ve Ürdün (Doğu için) veya İran, Türkiye (Batı için) rotalarını kullanmak zorunda kalacaklar. Tabii bu da yüklü ek maliyet demek olacaktır.
Meselenin siyasi boyutunda, Ortadoğu’da yeniden otoriter düzenin tesis edilmesini hedefleyen otoriter bir konsensüsün sağlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Yani, bölgede kartlar yeniden karılıyor ve deyim yerindeyse post-Arap Baharı döneminin bölgesel ittifak sistemleriyle düzeninin inşa edilmesi hedefleniliyor. Bunun da sadece Körfez’le sınırlı olmayıp bölgesel yansımaları ve sonuçları olacağı aşikar. Uzun süredir işleme konulan, ana aktörlüğünü Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin yaptığı veya daha doğru bir ifadeyle Abu Dabi’nin veliaht prensi Muhammed bin Zayed ile Suudi Arabistan’ın veliaht prens yardımcısı Muhammed bin Selman’ın yaptığı bu sürecin fitili, Riyad zirvesiyle ateşlenmiş görünüyor.
Riyad zirvesinde iki hedef ortaya çıkmıştı: bölgedeki değişim dalgasının destekçilerini izole edip değişimi boğmak ve İran’ı dengelemek. İlk hedef İslamcılık parantezi içerisine konulup pazarlanılırken ikinci hedef için benzeri bir paketlemeye ihtiyaç duyulmadı. Zaten milyarlarca dolarlık anlaşmalar temelde bu iki hedefi desteklemesi için ABD’ye ödenen bir rüşvetti. İran başlığı daha netameli olduğu için dün uygulamaya konulan yaptırımlarla, bölgede Arap dünyasındaki ayaklanmaları destekleyen ve İslami gruplarla iyi ilişkilere sahip olan hattın öncelendiği görülüyor.
Zaten bu son krizin İran başlığıyla pek bir ilişkisi yok. Eğer iddia edildiği gibi Katar’ın İran’la ilişkileri ana sorunu teşkil etseydi, Körfez benzer bir girişimi İran’la çok daha derin ve çok daha açık ilişkilere sahip olan Umman’a karşı yapardı. Ayrıca İran’ın kendisi üzerindeki yaptırımları aşmak için ticaretinin ciddi bir kısmını Dubai üzerinden gerçekleştirdiği herkesin malumu. Dolayısıyla, İran söylemi bu son girişime Batı ve Arap dünyasında meşruiyet kazandırma çabasından ibaret.
Peki bu yaptırımlarla Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri neyi hedefliyor?
Buradaki temel hedeflerin başında Katar’ın önce terbiye edilmesi ve akabinde bu ülke üzerinde vesayet kurulmak isteniyor olması geliyor. Başka bir ifadeyle, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Katar’ın Bahreynleşmesini, yani resmen bağımsız fakat fiilen Riyad’dan yönetilen bir ülke olmasını istiyorlar. Riyad, Körfezi kendi doğal nüfuz alanı ve arka bahçesi olarak görüyor. Bu nedenle, Bahreyn’de olduğu gibi göstericileri bastırmak için askerlerini rahatça ülkenin başkentine gönderebildiği, iç-dış ve güvenlik politikalarını rahatça şekillendirebildiği ve kurumlarının işleyişine kadar karışabildiği bir ülke istiyor.
Pratikte bu El Cezire başta olmak üzere Katar’ın sahip olduğu medya organlarının Suud ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin önceliklerine göre formatlanması, iç-dış - güvenlik politikalarıyla ittifak sisteminin yine bu ülkelerin stratejik vizyonlarına göre yeniden tanzim edilmesi manasına geliyor.
Peki bu Türkiye için ne ifade ediyor?
Katar, sadece Körfez’de değil bütün MENA bölgesinde Türkiye’nin en yakın müttefiği. Arap Baharı, Suriye krizi, Mısır darbesi, Filistin meselesi, Müslüman Kardeşler ve Hamas gibi İslami gruplara yaklaşım konuları başta olmak üzere bölgenin temel meselelerinde Türkiye ile çok benzer pozisyonlara sahip. Türkiye, Katar’da bir askeri üsse sahip. Bu nedenle Katar’ın izole edilmesi, Türkiye’nin de bölgesel nüfuz alanının ve etkisinin daha da kırılması ve sınırlandırılması manasına gelecektir. İzolasyonun ötesinde eğer Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bu yaptırımlarla Katar’a makas değiştirtirse, bu Katar - Türkiye ilişkilerini de Türkiye’nin Katar’daki üssünün geleceğini de yakından etkileyecektir. Buna ilaveten, Suud ve Birleşik Arap Emirlikleri yetkilileriyle medyasının Katar’a yönelttiği suçlamalara baktığımızda, benzer suçlamaların daha önce Türkiye’ye karşı da yapıldığını ve bugün de yapılabileceğini görüyoruz. Yani Katar şahsında bölgesel bir politika ve pozisyon hedef alınmış durumda. Bu Türkiye’nin de önemli ölçüde paylaştığı bir bölgesel pozisyon. Eğer bu grup bu girişimin birinci ayağında başarılı olursa, ikinci ayağını da planlamaya girişecekleri kuvvetle muhtemeldir. Bunun da Türkiye’yi hedef alacağını tahmin etmek güç olmasa gerek. Son olarak, eğer bu krizde Türkiye müttefiki lehine güçlü bir pozisyon almazsa, bölgedeki diğer müttefikleri nezdinde güven krizi yaşayacağı, müttefiklerinin mümkünse yeni arayışlara girişeceğini öngörmek mümkün.
Peki bundan sonra ne olacak?
Kuveyt ve Ürdün gibi ülkelerin bu girişime katılıp katılmayacağına bakmamız gerekir. Özellikle Kuveyt’in pozisyonu önemli çünkü bu Körfez’deki yarılmanın fay hatlarını daha açık bir şekilde göz önüne serecektir. Şu an itibariyle Körfez’in altı ülkesinden üçü bir blok gibi davranıyor (Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn). Katar, farklı bir pozisyonu temsil ederken Kuveyt, Suudi Arabistan’ın girişimlerinden tedirgin Umman ise kendisini Suud’un yörüngesinde görmüyor. Dolayısıyla, bu yapıda bir değişim olup olmayacağının takip edilmesi gerekir. Bunun haricinde, Trump ile ABD’nin müesses nizamının bu konuda nasıl tutum alacağı diğer önemli bir başlık. Son olarak, daha önce bu köşede Türkiye-Suud ilişkileri gelişirken Suudi Arabistan’ın Türkiye için kısa vadeli partner fakat uzun vadeli baş ağrısı olduğunu belirtmiştim. Benzer şekilde, Trump’ın anti-İrancılığının sanılanın aksine Türkiye’ye bir alan açmayacağını çünkü bunun bir anti-İslamcı paketle geldiğini vurgulamıştım. Gelinen noktada, önümüzdeki dönemde Türkiye-İran-Katar arasındaki ilişkilerin daha yumuşamasını bekleyebiliriz. PKK-PYD’nin İran yörüngesinden çıkıp gittikçe daha fazla ABD’nin yörüngesine girmesinin bu süreci kolaylaştıran bir işlevi olacak gibi duruyor. Yani burada da post-Arap Baharı döneminin ittifak ilişkileriyle düzen arayışının izlerini görecek gibiyiz.