Trump kabinesiyle yakın kurmaylarını kendisine benzeyenlerden seçme konusunda mesafe kat ederken, bu tercihlerin Ortadoğu için ne ifade ettiğini daha fazla tartışır olduk. Trump'ın bu tercihlerinin genel olarak Amerikan dış politikası özel olarak da Ortadoğu için yeni mesajlar içerdiği birçok gözlemcinin ortak kanaatini oluşturuyor. Bu mesajların başında da İran geliyor. Pompeo ve Bolton gibi tercihlerin Amerika'nın İran'la mücadele etme veya onu dengeleme stratejisinde daha istekli olacağına işaret ediyor. ABD'nin oluşması beklenen İran stratejisinin neleri içereceği, nasıl bir metodoloji izleyeceği ve neyi hedefleyeceği mevzuları sadece Batılı başkentlerde değil Tahran'da da merak ediliyor. Uzmanlar, akademisyenler ve resmî yetkililer bu konuda epey bir zihin eksersizi yapıyorlar. Bir araştırma konusu için bu hafta ziyaret ettiğim İran'da konuştuğumuz uzman ve resmî yetkililerde de bu zihin eksersizlerinin yansımalarını görmek ve muhtemel senaryoların ipuçlarını yakalamak mümkündü.
Uzun bir süredir ABD'nin İran karşıtı bir siyaset izleyeceği konusunda gözlemciler arasında ortak bir mutabakat oluşmasına rağmen, bu siyaseti nasıl izleyeceği ve hatta hangi aktörlerle hayata geçireceği konusu netlik kazanabilmiş değil. İzlenmesi muhtemel stratejiyle ilişkili kabaca üç senaryo göze çarpıyor: ABD'nin bölgedeki Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail gibi ortaklarıyla İran'ı doğrudan askeri olarak hedef alması, İran'ın bölgedeki müttefiklerinin hedef alınması (özellikle Hizbullah ve Esad rejimi) veya İran'ın ekonomik, siyasal yaptırımlar ve toplumsal iç karışıklıklarla içeriden çökertilmeye çalışılması.
İlk senaryonun doğuracağı muhtemel reaksiyon ile bunun bölgeyi ateşe atma tehlikesi dikkate alındığında, bu opsiyon şu an için pek gerçekçi gözükmüyor. Komşu başka bir devlet yapısının çökmesinin kendisi için doğuracağı maliyet ile İran'da askeri yolla rejim değişimi stratejisinin bölgesel düzen için ima edeceği tehditlerin farkında olan Türkiye de muhtemelen böylesi bir siyasetin karşısında yer alacaktır. Bu opsiyonun düşük olasılıklı olması, İran'a karşı bazı nokta operasyonların olmayacağı manasına gelmiyor. Trump, Netanyahu, Muhammed bin Selman, Muhammed bin Zayed ve benzeri aktörleri düşündüğümüzde, bu aktörlerin çılgınlık olarak değerlendirebilecek adımları atma kapasitelerini yabana atmamak gerekir.
İkinci senaryo yani İran'ın bölgesel ağının hedef alınması senaryosunu dikkate aldığımızda, bu senaryo ilk senaryo kadar olmasa da yine de ciddi riskler ve maliyetler içeriyor. İran'ın bölgede en fazla öne çıkan ağını Irak'ta Şii merkezli yapılanma, Suriye'de Esad rejimi, Lübnan'da Hizbullah ve Yemen'de Husiler oluşturuyor.
Amerika'nın İran'ın Irak'taki ağını doğrudan hedef alması pek olası gözükmüyor. Bunun yerine, Amerika'nın Irak'ta aktör merkezli ve tedrici değişimi öngüren bir siyaset izlediğini görüyoruz. Burada Irak'ın İran'a bağımlılığını azaltmak için ABD onunla diğer bölgesel aktörler arasındaki ilişkileri inşa etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan'ın burada oyuna dahil edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Abadi'nin Suudi Arabistan ziyaretinin Amerikalılar tarafından ayarlandığı bir sır değil. Suudi Arabistan, 1990 yılından itibaren Irak'la donmuş olan diplomatik ilişkilerini yeniden aktif hale getiriyor. Suudi Arabistan, bu yeni dönemdeki stratejisini sadece Sünni Araplar üzerinden kurmuyor. Bunun yerine, Suudi Arabistan, Irak'taki Şii bloğu bölmeye çalışıyor. Buradaki bazı grupları Araplık ortak kimliği üzerinden İran'dan uzaklaştırıp, kendisine yaklaştırmaya çalışıyor. Sadr'ın Suudi Arabistan ziyaretlerini de Suudi yetkililerin Necef açılımlarını da bu minvalde okumak gerekiyor. Bu stratejinin başarı şansı en azında şu an için epey düşük gözüküyor. Suudi Arabistan'ın bu ölçekte incelikli bir siyaseti uzun bir süre sürdürebilmesi pek olası gelmiyor. ABD'nin Irak'taki diğer stratejisi ise daha aktör merkezli ilerliyor. Bu strateji, Abadi'ye Mayıs'taki seçimleri kazandırmayı, Bağdat'taki merkezi otoritenin güçlenmesini sağlamayı ve akabinde ise Abadi/Irak'ın İran'ın yörüngesinden tedrici bir şekilde çıkarılmasını öngörüyor. Bu epey iyimser bir senaryo gibi duruyor. Öncelikle eğer Abadi Mayıs'taki seçimleri kaybederse, bu strateji büyük oranda çöküyor. Buna ilaveten, Abadi, Maliki ve Hadi Amiri gibi aktörler aynı siyasal gelenekten geliyorlar. Aralarındaki tarz farklılığı siyasal veya stratejik vizyon farklılığı gibi yansıtılıyor. Son olarak, İran, ABD'nin aksine Irak'ta sadece aktör merkezli bir siyaset izlemiyor. Bunun yerine, İran, sosyo-politik ve askeri gruplarla kurumlara yoğunlaşan bir siyaset izliyor. Kendisine müzahir askeri (milis yapılanmaları) ve siyasal grupları ülkenin ana akım siyasetiyle güvenlik kurumlarına entegre etmeye çalışıyor. Bu yolla, hem bu müttefiklerinin kendisine yükleyecekleri iktisadi ve siyasal külfeti azaltıyor, hem kendi nüfuz alanını ilgili ülkenin kurumlarına yani kılcal damarlarına kadar yayabiliyor hem de ilgili ülkedeki etkinlik alanını daha kalıcı hale getirebiliyor. Bu stratejinin gayet başarılı bir uygulamasını Irak'taki Haşd-i Şabi gruplarının Irak'ın siyasal ve askeri yapısına entegrasyonu sürecinde görüyoruz. Bedir Organizasyon'un lideri milis komutan Hadi Amiri 12 Mayıs'ta yapılacak seçimlerde Irak'ın en güçlü Başbakan adaylarından birine dönüşürken, Haşd-i Şabi gruplarının Irak'ın güvenlik kurumlarına entegrasyonu süreci ise büyük oranda tamamlanmış durumda. Tabii ki entegrasyon kavramı burada yanıltıcı olabilir. Bahsettiğimiz mesele bu grupların eski yapılarını lağv edip devlet organlarına katılmasını içermiyor. Bu yapılar otonom varlıklarını sürdürüyorlar. Bu nedenle yaşanan bu otonom varlıkların yasallaşmasıdır. Yani Irak'ta devlet içerisinde devletleşmenin legal bir zemine kavuşturulmasından bahsediyoruz. Hasılı, ABD'nin İran'ın bölgesel ağını hedefleme stratejisini Irak'ta etkin bir şekilde uygulaması pek olası gözükmüyor.
Bu durumda, Suriye'de Esad rejimiyle Lübnan'da Hizbullah'ın hedef alınması muhtemel opsiyonlar gibi gözüküyor. Hizbullah'ın hedef alınması meselesi uzun bir süredir konuşulan bir durum. Burada Hizbullah'ın hedef alınması kadar bunun kimin tarafında hangi zaman ve zeminde yapılacağı da tartışılan diğer başlıkları oluşturuyor. Aslında Hariri krizinde Suudi Arabistan, İsrail'i Hizbullah'a karşı bir operasyona zorlamaya çalıştı. Fakat öyle görünüyor ki; İsrail bunu Suudi'lerin değil, kendisinin seçeceği bir zaman ve zeminde yapmak istiyor. Suriye'ye gelecek olursak, Batı'da bir damar Suriye rejiminin hala devrilmesi siyasetinin izlenmesi gerektiğini düşünüyor. Bu siyasetin İran ve Rusya'yla yaratacağı gerilim aşikar. Fakat eğer Batı bu konuda bir ciddiyet ortaya koyarsa, Türkiye'nin böylesi bir siyasete pozitif bakacağını kestirmek güç değil. Şahsi kanaatim Suriye'de rejim değişimi hala mümkün ve gerekli...
Üçüncü senaryoyu ise İran'a karşı Sovyet modeli olarak kavramsallaştırabileceğimiz model oluşturuyor. Bu strateji İran'ın içeriden çökertilmesi mantığına dayanıyor. Yani askeri enstrümanlardan ziyade bu strateji, ekonomik, siyasal ve propaganda enstrümanlarının daha yoğun kullanılmasını içeriyor. Bu yolla toplumsal hoşnutsuzluğun derinleşmesi ve akabinde buradan biriken enerjiyle rejimin ya çökertilmesi ya da zayıflatılması hedefleniyor. Bu stratejiyi savunanlar muhtemelen mevzubahis baskıyla rejim çökmezse dahi zayıflayacağını dolayısıyla bölgeden kısmi olarak dahi olsa çekilmek zorunda kalacağını düşünüyorlar. Obama'nın İran'la yaptığı antlaşmayı böylesi bir süreci inkıtaya uğrattığı için mahkum ediyorlar. Düz bir şekilde bakacak olursak, bu tezin dayandığı mantık örgüsünü görmek mümkün. Fakat, şu anda İran'ın Batı'yla ve bölgesel rakipleriyle pazarlık yapabildiği en önemli enstrümanının onun bölgesel politikalarıyla nüfuzu olduğunu düşündüğümüzde, böylesi bir baskı karşısında İran bölgesel yayılmacılığına daha da sarılabilir. Bu baskının sonucunda rejimin yıkılmadığı her denklemde, rejim muhtemelen bölgesel politikalarına daha fazla yatırım yapmaya iştahlı olacaktır. Bu siyaseti uzun bir süredir yaptığı gibi bir güvenlik poliçesi olarak değerlendirecektir. Fakat burada da kapasite sorunu ortaya çıkabilir. İran, bölgesel yayılmacılığını daha da artıracak ekonomik, siyasal ve askeri kapasiteyle kaynaklara sahip mi? İran'ın geliştirdiği bölgesel milis ağıyla nüfuz siyaseti muadili ülkelerinkine oranla kendisine daha az maliyet getiriyor. Buna rağmen, ekonomik göstergelerinin epey negatife döndüğü, toplumla rejim arasındaki makasın bu kadar açıldığı bir denklemde, İran'ın bölgesel nüfuz alanlarını daha derinleştirip genişletebilme kapasitesi şüpheli gözüküyor.
Velhasıl, ABD'den ve genel olarak Batı'dan gelen sinyaller, Sovyetler Birliğinin çök(ertil)mesi modeli olarak değerlendirebileceğimiz senaryonun İran'la mücadelede tercih edilecek olan ana senaryo gibi duruyor. Bunun yanında, birinci fakat özellikle ikinci senaryonun da kısmi olarak hayata geçirilebileceğini akılda tutmak gerekir. Tabii ki bunun da bölgedeki çok bilinmeyenli denklemi daha da karmaşıklaştıracağı aşikar...