Dışarıdan gelen bütün itiraz ve telkinlere rağmen, Irak Kürdistanı’ndaki referandum planlandığı şekilde yapıldı. Referandum öncesinde Irak Kürtlerini uyaran hatta üstü örtük bir şekilde tehdit eden Batılı ülkelerin çoğu söylemlerini yumuşatmaya başladı. İran dahi, her ne kadar hava sahasını Irak Kürdistanı’na kapatmış olsa da referandum öncesine oranla söyleminin tonunu hafif bir şekilde düşürdü. Buna karşın Irak merkezî hükümeti ve Türkiye söylemlerinin dozunu arttırıyorlar. Irak’ın Nisan ayında genel seçimlere gidecek olmasından ötürü, Abadi'nin Maliki başta olmak üzere diğer rakipleri karşısında zemin kaybetmemek için söylemini sertleştireceği öngörülebilir bir şeydi. Nihayetinde aynı Abadi daha birkaç ay önce Kürtlerin devlet kurma hakkına saygı duyduğunu, fakat zamanlamayı yanlış bulduğunu kamuoyuna açık bir şekilde söylemişti.
Türkiye'nin eleştirilerinin altında yatan temel mantığı anlamak güç değil. Fakat Irak'ın dışındaki en sert söylemi kullanan devlete dönüşmesinin ve Irak ve İran'la geliştirdiği yeni tarz cephe siyasetinin ne kadar rasyonel olduğu belirsiz. Meseleyi açmak için önce bazı sorular soralım: Türkiye, merkezî hükümetle neyi, nasıl başarmaya çalışıyor? Yakın bir zamana kadar Türkiye'nin Başika'daki askerî varlığını işgal olarak gören ve onların bir an evvel oradan çıkmasını talep eden merkezî hükümetle ne kadar yol alabiliriz? Veyahut, Irak'ın bütünlüğünü korumak için mevcut merkezî hükümet, Türkiye için ne kadar iyi bir partner?
Daha önce IŞİD'le mücadele ederken IŞİD'i ortaya çıkaran siyasal zeminin de sorgulanması gerektiğini haklı bir şekilde dile getiriyorduk. Aksi takdirde, IŞİD gider yerine başka bir örgüt gelir tezini yaygın bir şekilde savunuyorduk. Peki IŞİD'i ortaya ne çıkarmıştı? Sünnilerin tabiî bazı özelliklerinden dolayı aşırılığa meyilli olmaları mı? Cevabın bu olmadığı konusunda neredeyse herkes mutabık. IŞİD büyük oranda Irak’ın işgaline müteakiben, Bağdat’ın ivmesi artan bir şekilde mezhepçi milis bir devlete dönüşmesinin eseriydi. Bu durum, IŞİD'e gelişip serpilmesi için uygun bir zemin sundu. Irak'ın, İran'ın bir uydu devletine dönüşmesiydi Sünni öfkesini kabartan. IŞİD'in doğuşunda büyük bir payeye sahip olan bu mezhepçi siyaset, post-IŞİD döneminde de artarak devam edecek gibi gözüküyor. Peki IŞİD'in doğuşuna zemin hazırlayan siyaset acaba Kürtlerin de Bağdat'tan ayrılma arayışında pay sahibi değil mi? Iraklı Kürtlerin bağımsız devlet arzuları sır değil. Onlar da bu konuda epey açık davrandılar. Ancak meselenin bugün bu noktaya gelmesi sadece Kürtlerin milliyetçi duygularla bağımsız devlet talep etmesiyle açıklanamaz. Bugünkü resim büyük oranda Irak merkezî hükümetinin dışlayıcı mezhepçi politikalarının eseri. Makul bir yönetim sistemini tesis edememesinin veya daha doğru bir ifadeyle böyle bir irade ortaya koymamasının da bir sonucudur. Irak, fiili olarak kendi anayasasını dahi askıya almış bir ülke konumunda. 143 maddelik anayasada 50'nin üzerinde anayasa maddesi fiili olarak işletilmiyor.
Kürtlerden bağımsız bir şekilde, Irak birliği olamayan bir ülke. Bütünlüğünü koruyamayan bir ülke. Kendisini sadece Kürtlerin değil, Sünni Araplar ile Türkmenlerin de devleti kılamıyor. Türkiye'nin de desteklediği birçok Sünni Arap siyasetçinin Irak'ta barınamaması, yurt dışına kaçması bundandır. Mesela Tarık Haşimi neden Bağdat'ta değil de İstanbul'da diyaspora siyaseti yapmak zorunda kalıyor? Ya da, Türkiye'nin Musul'un IŞİD'den arınması sürecinde yakın müttefiği olan Musul eski valisi ve Ninova Muhafızları lideri Esil Nuceyfi Bağdat'a gidebiliyor mu? Hakkında tutuklama kararı çıkarılmasının asıl sebebi onun Türkiye'yle işbirliği yaptığı suçlaması değil miydi? Irak'ı uzun bir süre yönetmiş olan, tabiri caizse Irak'ta adeta millet-i hakime psikolojisine sahip olan Sünni Arapların normalde yüzlerini Irak merkezî hükümetine dönmeleri gerekirken bunların ciddi bir kısmının Bağdat'tan ümidini kesip, Kürtler gibi bizim de kendimize ait bir bölgesel yönetiminiz olmalı psikolojisine kapılmalarını hangi zemin sağlıyor?
Irak'ta sadece güvenlik sektörünün değil, siyasetin ve devletin de büyük oranda milisleşmesine şahit oluyoruz. Bu trend devam ettiği sürece, Irak belki bölgesel ve uluslararası muhalefet nedeniyle bölünemeyen, ancak kendi karakteri itibarıyla da birleşip bütünleşemeyen bir ülke konumunda kalacak. Zaten İran'ın bölgede ciddi nüfuza sahip olduğu, mezhepçi milis siyasetiyle toplumsal dokusunu iğdiş ettiği Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerden hangisi makul bir şekilde iç bütünlüğünü koruyabiliyor?
Bu arka planı dikkate aldığımızda, Türkiye izlemeye başladığı Irak siyasetiyle elde etmeye çalıştığını deklare ettiği hedefleri ne kadar tutturabilir? Daha doğrudan soralım: Türkiye'nin merkezî hükümetin pozisyonunu bu denli katı bir şekilde savunması veya Kürtlerin bağımsızlık referandumunun en sert karşıtı haline gelmesi bizim hangi çıkarımıza hizmet ediyor? Mesela bu siyasetle Sünni marjinalleşmesinin önüne mi geçiyoruz? Irak devletinin mezhepçi karakterini mi yumuşatıyoruz? İran'ın Irak üzerindeki etkisini mi dengeliyoruz? Yoksa Türkmenlerin maruz kaldıkları haksızlıkları mı gideriyoruz? Mesela bugüne kadar merkezî hükümetten Türkmenlerin hangi hakkına dair bir taviz kopardık? Başika kampının veya Türkiye'nin Irak'taki askerî varlığının işgalci görülmeyeceği, onların oradaki varlıklarının sorunsallaştırılmayacağına dair bir garanti mi aldık? Daha düne kadar IŞİD'den bir farkı olmadığını söylediğimiz Haşdi Şabiler, bundan sonra IŞİD'den daha farklı ve daha meşru aktörler olarak mı davranmaya başlayacaklar? Telafer'in demografik yapısını kimin bozacağından çekiniyorduk? Artık böylesi demografik veya mezhepçi mühendisliklerin olmayacağına dair garanti mi aldık? Peki bu sorulara pek müspet cevaplar veremiyorsak, Irak'la bu ölçekte iş tutuyor görüntüsü vermek, dolayısıyla onun anlamlı bir müzakere sürecine girmesini engellemek Türkiye'nin hangi dış politika çıkarına hizmet ediyor?
Irak merkezî hükümeti ve İran'la bir olursak Irak Kürtlerini sandviç gibi aramızda ezeriz düşüncesi tekrardan medyada ağırlık kazanmaya başladı. Siyasi karar alıcılar bu yaklaşımı farklı cümlelerle ifade etmeye başladılar. Irak'taki Kürtlerin neredeyse yiyecek dahi bulamayacakları kozlarımızdan veya formüllerimizden tekrardan bahsetmeye başladık. Neredeyse bir asıra yaklaşan tanıdık bir politika bu. Ama aynı zamanda başarısız olmuş bir politika. 1992'de Saddam'ın Kürtlere yönelik uyguladığı abluka siyasetini, onları açlıkla insani dramlarla terbiye etme siyasetini bir düşünelim. Ne kadar başarılı oldu bu siyaset? Kürtlerin devletleşme sürecine ket vurmaktan ziyade daha da hızlandırmadı mı? Hafızamızda daha taze olan Katar ablukasını düşünelim. Hani bizim de hem insani hem de İslamî olarak yanlış bulduğumuz bu abluka siyasetini... Ne kadar başarılı oldu bu siyaset? Tarihsel deneyimler veya geçmiş örnekler abluka siyasetlerinin lehine ne kadar veri sunuyor bize? Eğer biz Irak ve İran'la bir olup Irak Kürtlerinin nefes borularını kesecek bir abluka siyaseti izlersek, bu onları nefessiz bırakıp çökertir mi? Erbil'de (hatta Süleymaniye'de) bu kadar ülkenin konsolosluğunun olduğu bir dönemde bu elde edilebilir bir sonuç mu? Bu siyaset muhtemelen kaçakçılığı tekrardan yaygınlaştırıp, Irak Kürdistanı’yla Suriye'deki PYD bölgesi arasında daha yoğun bir yakınlaşmaya zemin hazırlar. Bu siyaset, Irak Kürtlerini Suriye (PYD sınırı) sınırını daha fonksiyonel bir şekilde kullanma arayışına iter.
Dolayısıyla şu soru üzerine kafa yormamız gerekiyor: Yukarıdaki bahsi geçen siyasetin Irak Kürtlerini her taraftan kuşatmanın ötesini gören bir yönü var mı? Peki, merkezî hükümetin her geçen gün Irak toplumunun çok ciddi bir kısmıyla bağının koptuğu, Şii hinterland’ını milisleştirdiği ve bu hinterland’ın dışındaki Sünni ve Kürt coğrafyası üzerindeki otoritesinin daha da tahrip olduğu bir denklemde, Irak ve İran'la bu ölçekte yüksek maliyetleri göze alarak giriştiğimiz Kürtlerin devletleşme sürecini engelleme ittifakının başarıya ulaşacağından ne kadar eminiz? Bu siyaset Kürtlerin canını çok acıtabilir. Onlara bedel ödetir. Fakat Irak'ın birlik ve bütünlüğünü sağlayamaz.
Bu nedenle bu meseleyi aşırı duygusallığa kapılmadan suhuletle değerlendirmemiz gerekir. İlk günlerin, haftaların harareti geçtikten sonra Kürtlerle merkezî hükümet tekrardan masaya oturmak durumunda kalacaklar. Türkiye, bu süreçte nasıl kritik bir rol üstlenebileceğine dair kafa yormalıdır.
Abartılı yorumlardan kaçınmak gerekiyor. Mesela Kürtlerin Irak'ta siyaseten bağımsızlığa gitmesinin Türkiye'nin Ortadoğu veya İslam dünyasıyla bağını kopartacağını iddia eden bakış açısı bize tam olarak ne demiş oluyor? Bu yaklaşım ya Kürtlerin Ortadoğulu ve/veya Müslüman görülmediğine ya da Kürt kimliğinin Türk kimliğinin ötekisi olarak görüldüğüne işaret eder. Bu bakış açısı İslami, insani ve ahlaki olmadığı gibi ne Türkiye'nin, ne Irak Kürtlerinin ne de bölgenin çıkarlarına hizmet eder.
Velhasıl, Türkiye ticaret kapılarını, petrol vanalarını, hava sahasını kapatarak Kürtlerin canını acıtabilir, Irak Kürdistanı’nı ekonomik darboğaza sürükleyebilir. İnsani drama yol açabilir. Fakat Irak'ın birliğini ve bütünlüğünü sağlayamaz. Irak'ın birliği Türkiye'nin Irak'la ortak askerî tatbikat yaparak, İran'la saf tutarak sağlanabilecek bir şey değil. Bu ancak Irak'ın adam akıllı bir devlet olmasıyla sağlanabilir. Irak'ın, devlet yönetiminde mezhepçi siyasal kültürünü aşmasıyla elde edilebilir. Milisleşmenin önüne geçilmesiyle, farklı etnik ve mezhebî grupların üzerinde bir Haşdi Şabi terörünün estirilmesinin önlenmesiyle sağlanabilir Irak'ın bütünlüğü. Eğer Türkiye, Irak'ın birliğini ve bütünlüğünü sağlamak istiyorsa İran'ı, Irak'ın bütün bileşenlerinin devleti olması fikrine ikna etmesi gerekir. Tabii ki bunun için de Türkiye'nin bu iki devlet üzerinde belli ölçüde bir nüfuza sahip olması gerekiyor. Eğer değilse, Türkiye önümüzdeki dönemde Irak'ta Kürtlerle merkezî hükümet arasında yeniden başlaması kuvvetle muhtemel görüşmelerde bu krizi aşmak için uygulanabilir, anlamlı bir model veya çözüm çerçevesinin ne olması gerektiğine üzerine kafa yormalıdır. Bu da Türkiye'nin hem Irak merkezî hükümetiyle hem de Kürtlerle ipleri koparmamasını gerektiriyor.