Darbeyi yapanlar Türkiye’yi askerî bir yönetimle yönetemeyeceklerini muhtemelen biliyorlardı. Orta sınıflaşmanın bu kadar geliştiği, kitle iletişim araçlarının bu kadar çoğulculaştığı ve siyasal bilinçlenmenin bu kadar arttığı bir ortamda, askerî cuntanın 1960 ve 1980 benzeri bir yönetimi tesis edilemezdi. 28 Şubat darbesi dahi nitelik açısından 1960 ve 1980 darbelerinden farklıdır. Kaba askerî gücün görünmez, sivil ayağın ise daha görünür kılındığı bir tarzdan bahsediyoruz. Bu nedenle, eğer Gülen örgütü bu son şiddet ve terör dalgasıyla klasik manada askerî bir yönetim tesis edebileceğini düşündüyse, bu onların ya her türlü çılgınlığı, her türlü aşırılığı deneyecek kadar çaresiz hissettiklerini ya da grup içi sosyalleşmenin eseri bir arkaik mantıkla hareket ettiklerini ortaya koyar. Her halükarda, bu örgütün Türkiye’nin tarihsel gelişim serüvenini, toplumun siyasal bilinçlenme seviyesini ve orta sınıflaşmasını ıskaladığını görüyoruz.
Darbe teşebbüsüne yeltenenler de muhtemelen ülkeyi geleneksel manada askerî bir idareyle yöneteceklerini düşünmediler. Kalkışma sonrası ortaya çıkabilecek olan kanlı dönemi katlanılabilir, hatta gerekli bir ara dönem olarak değerlendirip bu ara dönemden sonra da siyaseti ve devleti dizayn edebilecekleri, Fethullahçı bir vesayet rejimini inşa edeceklerini öngörmüş olmalılar.
Daha açık bir ifadeyle, bu kanlı ve kaotik ara dönemin insanları ne pahasına olursa olsun bir düzen arayışına iteceğini, insanlarda böylesi bir duygu ve düşüncenin hakim olmasının da kendilerine Fethullahçı vesayet rejimini tesis etmelerinin önünü açacağını varsaymış olmalılar. Siyaset ve toplumdan yalıtılmış örgüt fanusunda muhtemelen bu senaryoların hepsi uygulanabilir ve makul görünüyordu. Şakirtten katil çıkarma potansiyelini yakinen gördüğümüz bu örgütün, bu sürecin ülkeye çıkaracağı faturayı dert etmediğini kestirmek güç değil.
Aslında bu örgütün kendi dar grupsal çıkarları için bütün ülkeyi ateşe atabileceklerini sadece 15 Temmuz darbe girişimiyle değil, son 3-4 yılda yaptıklarıyla gayet yakından görmüştük. Ülkenin, milletin, bölgenin, ümmetin selametinin, dar örgüt çıkarlarının yanında bir ‘füruat’ olarak değerlendirildiğini deneyimle öğrendik. Zaten örgütün bu toplu intiharını bundan başka bir düşünce ve duygu zemini de var edemezdi. Yani, Türkiye’nin siyasal istikrarı ve düzeni bu örgüt için çok rahatlıkla vazgeçilebilecek bir detaydı.
Batı’nın duruşu
Peki, Türkiye’nin Batılı müttefikleri bu girişimde nerede duruyorlar? Ortalama bir zihin egzersizi ABD’nin bu süreçte aktif olarak olmasa dahi, bu süreçten en azından haberdar olduğunu ortaya koyar. Kerry’nin darbenin ilk saatlerindeki yüzeysel, genel-geçer açıklaması bu şüpheleri haklı olarak daha da derinleştiriyor. Fakat burada net olmayan, Batı’nın Erdoğan ve İslamcı nefretinin tatmininden başka bu süreçten ne umduğuyla alakalıdır. Mesela, kaotik, istikrarı bozulmuş, ekonomik olarak yıpranmış bir Türkiye, Batı için ancak bir sorun kaynağı olabilir. Suriye’deki iç savaş ve bunun tetiklediği mülteci dalgası Avrupa entegrasyon sürecini tarihinin en derin krizlerinden birine soktu. Hatta yabancı ve göçmen korkusu Britanyalı seçmenlerin AB’den ayrılma yönünde oy kullanmalarındaki ana motivasyonlarından biriydi. Suriye’nin savaş öncesi nüfusunun yaklaşık 3.5 katı olan bir Türkiye’nin kaotik bir döneme girmesi, sadece mülteci antlaşmasını bitirmekle kalmaz, Avrupa’ya olan insan selini kat be kat artırırdı. Bunun aşırılık yanlısı partilere müthiş bir ivme kazandıracağı, AB projesini daha da öngörülemez sulara sürükleyeceğini kestirmek güç değil. Kimileri AB, ABD’nin umrunda olmaz diyebilir. Bu Transatlantik ilişkilerin mahiyetini anlamamak ve bütünlüğünü koruyan bir AB’nin ABD’nin global hegemonyasını perçinlediği gerçeğini kavrayamamakla eş anlamlı olur.
Yine, NATO'nun en son Polonya zirvesinde yayınladığı sonuç bildirgesine baktığımızda Rusya'dan 58 kere, Ukrayna’dan 34 kere, terörizmden 17 kere ve Suriye’den 10 kere bahsedildiğini gördük. NATO'nun bütün bu tehdit algılarına anlamlı bir cevap üretebilmesi ancak istikrarlı bir Türkiye ile mümkün olur. İstikrarsız bir Türkiye, NATO için zayıf bir güney kanat demek olacaktır. Son olarak, ABD ve Batılı devletlerin son dönemlerde en öncelikli gündem maddelerinden biri olduğunu iddia ettikleri IŞİD ile mücadelenin de bu süreçten olumsuz etkileneceğini kestirmek güç değil. Hatta kaotik bir Türkiye, IŞİD'e serpilmesi için daha elverişli bir ortam sunacaktır. Bütün bu başlıklar çıkar eksenli bir okumada istikrarsız bir Türkiye'nin Batı'nın işine gelmeyeceğini ortaya koyuyor.
Burada tek bir istisna şu olabilir, istikrarsız bir Türkiye Suriye’de veya genel olarak bölge denkleminde bir etkiye sahip olamaz. Buralar yeniden dizayn edilirken bir söz sahibi olamaz. Bu darbe sonuç itibarıyla bu noktada başarılı oldu. Türkiye artık daha fazla iç sorunlarına gömüleceği, bölge ve Suriye denkleminin dışında kalacağı bir döneme giriyor.
Bütün bu resme rağmen, Batılı devletler darbenin ilk saatlerinde mütereddit ve ikircikli açıklamalar yaptılar. Demokrasinin hedef olduğu bir anda Kerry’nin jenerik istikrar temalı açıklaması pekala darbeye destek olarak okunabilir. Batılı devletlerin kahir ekseriyeti hala Gülen örgütünü görmemekte ısrarlılar.
Peki bütün bu gelişmeler Batılı siyasal elitlerle alakalı nasıl bir resim ortaya çıkarıyor? Her şeyden önce, ideolojik nefret ve İslamcı alerjileri Batılı ülkelerin çıkar eksenli rasyonel okumalarını bastırıyor. Bunu Mısır'da canlı bir şekilde görmüştük. İkincisi, Batılı siyaset sınıfıyla alakalı bazı kabullerimizi revize etmemiz gerekiyor. Siyaset sınıfı küresel ölçekte bir kalite, düzey ve saygınlık kaybı yaşıyor. Batılı ülkeler bu trendden beri değiller. Hatta bu trendin iyi temsillerini sunuyorlar. Trump'ın ABD'nin bir sonraki başkanı olmasının ciddi bir ihtimal olduğu, Boris Johnson'ın Britanya'nın dışişleri bakanı olduğu, Fransa'da Hollande'ın en önemli rakibinin Le Pen'in olduğu bir Batılı siyaset kurumundan aslında çok şey beklememek lazım.
Ezcümle, İslamcılar mevzubahis olduğunda Batı, Gülen örgütünün yaşadığı akıl tutulmasının benzeri bir akıl tutulması yaşıyor. Dolayısıyla ilke ve çıkarın, ideolojik körlük ve Erdoğan nefretine kurban edildiği bir Batı ile karşı karşıyayız.