Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD seyahati sırasında geçiş döneminde Beşar Esad’ın yeri olmadığını belirtti. Bu meselede Türkiye’nin pozisyonu konusunda yapılan birçok spekülasyona şimdilik bir nokta konulmuş olundu. Cumartesi günü Meclis'te yaptığı açılış konuşmasında da dış politikaya geniş bir yer ayıran Erdoğan, Musul'da Türkiye'nin masanın dışında kalamayacağı vurgusunda olduğu gibi, pro-aktif bir dış politika vizyonu ortaya koydu.
Hem bu söylemler hem de son birkaç ayda yaşananlar bağlamında dış politikadaki tartışmaları yeniden düşünmekte yarar var.
Sanılanın aksine Başbakan değişimiyle Türkiye, Suriye'de bugüne kadar izlediği politikasında dramatik bir değişim yapmış değil. Sıkça iddia edilen ‘reset’ siyasetinin niyetlerden bağımsız olarak izlenemeyeceği her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor. Kaldı ki Türkiye her geçen gün Suriye politikasını daha da derinleştirmek durumunda kalıyor. Artık bilfiil askeri olarak sahada yer alıyor. Türkiye’nin Suriye'de daha ne kadar derinlere ineceği tartışılıyor.
Rusya ile ekonomik-diplomatik ilişkilerdeki kısmi iyileşmenin Suriye konusunda bir çözüm kapısını aralamadığı da daha iyi idrak ediliyor. Aktörlerin ilişkilerini düzeltmek istemeleriyle siyasal ve güç projeksiyonlarını revize etmelerinin iki farklı şey olduğu daha iyi görülüyor.
Bugün Halep'te Rusya kendisine çokça atıf yapılan Grozni modelini uyguluyor. Yani korkunç ve hiçbir kural tanımaz savaş makinasıyla şehri düşürmeye ve sosyolojiye diz çöktürmeye çalışıyor. Herhalde 'yeni dönemin' en değerli meyvelerinden olan Rusya ile tekrardan kurulan 'ittifak' ilişkisi nedeniyle ya Halep meselesi medyada yeteri kadar işlenmiyor ya da işlenince de Halep'te girişilen katliam ve barbarlığın asıl faili pek fazla mevzubahis olmuyor.
Başbakan değişimi sırasında dış politikada yeni dönem, revizyon ve ‘reset' kavramları geniş bir medya kampanyası dahilinde sıkça kullanılmıştı. Fakat gelinen noktada bu söylemin fiiliyatta bir gerçekliğe tekabül etmediği ortadadır. İsrail ile diplomatik ilişkilerin kurulmasının uzun bir arka planı vardı. Jet krizi sonrası Rusya'yla bozulan ilişkilerin tamiratı için daha krizin ilk günlerinden itibaren bir çabanın olduğu da kamuoyu tarafından bilinmekteydi.
Altı ay öncesiyle bugün arasındaki temel farklardan birini Mısır konusunda tutturulan söylem oluşturmaktadır. Mısır'la ilişkilerin düzeltilmesi yönünde en azından söylem düzeyinde bir çaba mevcut. Kestirmeden söylemek gerekirse, Türkiye'nin Mısır'la ilişkilerini iyileştirmek istediğini bu sıklıkla vurgulaması hatalıdır.
Uluslarası alanda hiçbir kredibilitesi olmayan ve bölgesel finansörlerinin her geçen gün daha fazla yanlış bir yatırım olduğuna inandığı Sisi rejimiyle iyi ilişkilerin Türkiye'ye ne kazandıracağını henüz hiç kimse tatmin edici bir şekilde cevaplandırabilmiş değil. Mısır bugün bölgesel siyasette birçok küçük Körfez ülkesinden dahi daha az etkiye sahip. Suudi Arabistan ve hatta Birleşik Arap Emirlikleri'yle iyi ilişkilerin dayandığı güçlü bir rasyonalite var. Fakat aynı rasyonalite Mısır için geçerli değil. Sisi rejimi bugün en hararetli destekçileri için dahi bir varlıktan ziyade bir yüke dönüşmüş durumdadır.
Mısır'ın Türkiye'yle iyi ilişkilerden ne elde edeceği açıkken Türkiye'nin mevzubahis ilişkilerden ne elde edeceği henüz açık değil. Bir dış politika herkesle iyi ilişkiler kurmalıyız felsefesi üzerine inşa edilemez. Hele ki bu dış politika tarihsel dönüşüm yaşayan bir bölgenin ana ülkelerinden birine aitse...
Peki dış politikada başka hiç bir değişim yaşanmıyor mu? Muhtemelen en bariz değişim söylem alanında yaşanıyor. Türkiye'nin kapasitesiyle uyumlu olmayan bir dış politika söylemi kullandığı haklı bir eleştiriydi. Bu muhtemelen biraz da Arap Baharı'nın niteliğiyle alakalıydı. Başlangıçta bir siyasal talepler hareketi olarak doğan Arap Baharı'na yönelik birçok aktör kuşatıcı bir söylem kullandı. Bunların en başında da Türkiye geliyordu. Bu aşamada mücadele siyasal modeller ve talepler üzerinde yaşanıyordu. Fakat ne zamanki Arap Baharı siyasal modeller/talepler mücadelesinden çıkıp kimlikler kavgasına dönüşünce meselenin rengi değişmeye ve kuşatıcı bir dil kullanma imkanı ortadan kalkmaya başladı. Türkiye dış politikası bu değişim dönemlerini yakalamakta gecikti.
Kapasite-söylem arasındaki uyumsuzluk haklı bir eleştiri olmakla birlikte dış politikada ‘mesele/sorun ne?’ sorusuna verilecek sahici bir cevap değil. Bunu dış politikada yaşanan sıkıntıların ana gerekçesi olarak yansıtmak Batı'nın IŞİD'in birkaç yılda yerel bir meseleden global bir fenomene dönüşmesini Türkiye dahil birkaç ülkenin sınır güvenliğini yeteri ölçüde sağlayamaması üzerinden açıklamasındaki yüzeyselliğini benziyor. Bu analizler bağlamı yani bölgesel siyasetin gerçekliğini, sosyolojiyi ve siyasal temsil krizi gibi ana hadiseleleri ıskalıyorlar.
Bugün iktidarda Türkiye tarihinin en izolasyoncu hükümeti dahi olsa kendisini bölgesel tartışmalar, mücadeleler ve alt üst oluşların dışında tutamaz. Siz bugün bölgeye sırtınızı dönseniz ve kendinizi ondan yalıtmaya çalışsanız dahi bölgede yaşanan her gelişmeden direkt etkilenecek ve kaçınılmaz olarak birçok tartışmanın tarafı olmak durumunda kalacaksınız. Siz bölgeye gitmeseniz dahi bölgenin size geleceğini bilmelisiniz. Türkiye'deki mültecileri hükümetin veya Davutoğlu'nun 'maceraperest' ve 'yanlış' Suriye politikası üzerinden açıklayan yaklaşım Ürdün, Lübnan ve Irak Kürdistan'ındaki milyonlarca mülteciyi hangi tezle açıklayabiliyor?
Meseleleri tekil aktörler üzerinden açıklama kolaycılığından vazgeçelim. Bölge on yıllar sürecek bir dönüşüm döneminden geçiyor. Burada maliyetsiz yapılabilecek hiçbir seçenek bulunmuyor. Dış politikanın bölgenin bu durumunu dikkate alarak belli bir esnekliğe sahip olması, ona kendisini yeni koşullara uyarlama konusunda bir imkan sağlayacaktır. Ancak bu esneklik bölgeye dair bir siyasal vizyonun içerisine oturtulmalıdır. Aksi takdirde Türkiye dış politikasının her yeni rüzgara göre yeni bir şekil kazanan, müttefikleri nezdinde güven bunalımlarına yol açan, bir şekli, öncelikleri ve ilkeleri olmayan bir reaktif siyasalar ve refleksler kümesine dönüşmesi kaçınılmaz olur. Bu nedenle Bin Ali, Mübarek ve Kaddafi örneğinde olduğu gibi Türkiye'nin Esed rejimini reddetmesi de doğru bir siyasetti. Normatif ve vizyoner gerekçeleri bir kenara koysak dahi, bugün bu siyasetten (Esed’i reddetme) vazgeçmenin Türkiye'nin ulusal çıkarlarına daha fazla hizmet edeceğine dair elimizde hiçbir kanıt yok.