Türkiye’nin dış politikasında son dönemlerde iki trend işliyor: birincisi, dış politikada ölçeğin küçültülüyor olması; ikincisiyse, Türk dış politikasının geleneksel kod ve reflekslerinin son dönemlerde daha görünür olmaya başlaması. Türkiye’nin yüzleştiği krizler ve meydan okumalar dikkate alındığında, her iki trend de hem olumlu hem de gerekliler.
Arap Baharı istisnai bir mesele ve dönemdi ve Türkiye, bu istisnai duruma münasip bir yaklaşımla cevap verdi. Dış politikada ciddi manada ölçek büyüttü. Geleneksel olarak bir statüko gücü olan ve bölgedeki gelişmelere hep temkinli yaklaşan Türkiye, Arap Baharı’yla beraber bölgesel statükoyu mahkum edip, değişimi doğal bir tarihsel akış olarak değerlendirdi. Bölgenin tamamını kapsayan bir ölçek kullanmaya başlayarak, her yerdeki değişim dalgasını sahiplenme stratejisini benimsedi ve bölgenin bütününe hitap eden bir dil ve siyaset geliştirmeye çalıştı.
Türkiye, geleneksel jeopolitiğinin dışındaki bölgelerde de müdahil bir güç olarak hareket etti. Bölge olağanüstü dönemlerden geçerken, Türkiye de dış politika ölçeğini alışılmadık bir şekilde büyüttü. Türkiye, bu politikasının altını ‘tarihin doğru tarafında durmak’ ve ‘kendi siyasal deneyimi’ ile doldurmaya çalıştı. Ne ekonomik kapasitesi, ne diplomatik ağı, ne de sert güç unsurları dış politikada bu boyuttaki bir ölçek büyütülmesi için yeterliydi.
Dış politikadaki böylesi bir tercihin devamı olarak Türkiye, geleneksel müttefikleriyle hem işbirliği yaptı hem de karşı karşıya geldi. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinden sonra Türkiye, İngiltere ve Fransa ile bir rekabet ilişkisi içerisinde buldu kendisini. Suriye’de Türkiye, Batılı müttefikleriyle genel olarak aynı safta yer aldı ama farklı perspektiflere sahip oldular. Post-darbe dönemi Mısır’a yaklaşım konusunda Türkiye ile Batılı ülkeler ayrıştılar.
Arap Baharı’nın başlangıç aşamasının ortaya çıkardığı yeni siyasal psikoloji ve duygu, sadece elitleri değil, Türkiye’deki muhafazakar İslami kesimi de derinden etkiledi. Değişim dalgasının ana taşıyıcı aktörlerinin ve bu dalgalardan sonra iktidara gelmeleri en muhtemel olan grupların İslamcıların olması, Türkiye’deki İslamcı damarın merkeze yürürken yaşadığı İslamcı tonunun seyrelmesi sürecini tersine çevirdi. Hem siyasal elitler hem de taban bölgede İslamcı tahayyül ile demokrasi mücadelesinin aynı kaderi paylaştığını/paylaşacaklarını düşündüler; demokrasi dalgasının zaferi de mukadder görüldü. İslamcıların toplumsal dokuya ne ölçüde nüfuz ettikleri dikkate alınınca, bu doğru bir okumaydı. Bir parantez açacak olursak, bugün dahi İslamcıların bölgede aktörleşmelerinin tek yolu kendi mücadelelerini sahici bir demokrasi mücadelesi haline getirmelerine, bu mücadeleye de farklı grup ve duruşları ekleyerek ortak bir demokrasi cephesi inşa etmelerine bağlıdır.
Arap Baharı’nın ilk dönemlerinin doğurduğu psikoloji ve duygu, İslamcıların kimlikleri, değerleri ve talepleri konusunda daha rahat ve iddialı olmalarını sağladı. Hatta yeni dönemde bölgede iktidara talip olan grupların siyasal meşruiyetlerinin, belli ölçüde İslami değer ve normlarla nasıl bir ilişki kuracaklarına bağlı olacağı inancı pekişmeye başladı. Nihayetinde, toplumun iktidarın kaynağı olduğu bir denklemde, toplumun değer ve normları siyasal meşruiyetin ölçütlerinden birine dönüşüyor.
Böylesi bir okumanın dış politikada güçlü yansımaları mevcuttu. Bir bölgenin ana ülkelerinin aynı ideolojik ve fikirsel kodlara sahip iktidarlar ve kadrolar tarafından yönetilmesi, yeni bir bölgesel sistemin tesisi için uygun bir zemin oluşturuyor. Nihayetinde AB’nin temellerinin atılmasında bu ilke önemli bir rol oynamıştı ve kurucu altı ülkenin beşinde siyasal iktidarda Hristiyan Demokratlar/merkez sağ partiler vardı. Siyasal ve ideolojik değerlerdeki ortaklık yeni bir sistem tesisinin fikirsel temellerini oluşturuyor.
Bu dönemde Türkiye’de içeriden dışarıya doğru Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yeri ve geleneksel ittifak ilişkilerine yönelik bir eleştiri dalgası doğmaya başladı. Arap Baharı’nın, Mısır’daki darbe, DAİŞ’in yükselişi ve Suriye iç savaşının derinleşmesi ile yaşadığı boyut ve içerik değişimi, Türkiye ile Batılı ülkeler arasındaki makası daha açıp itilaf alanlarını arttırdı. Bu yeni dönemde ise dışarıdan içeriye doğru Türkiye’nin uluslararası sistemdeki, daha doğru bir ifadeyle Batı sistemindeki konumunun sorgulanmasına yol açtı. Daha çok entelektüel düzeyde sürdürülen bu tartışmalar, dönemsel olarak siyasal elitlerde de karşılık buldu.
Bölgedeki karşı devrimci dalga ile Suriye iç savaşının Türkiye’yi derinden sarsması, Çözüm Süreci’nin sona ermesi, Rusya ile yaşanan gerginlik ve bunların sebebiyet verdiği iç ve dış politikadaki sıkışmışlık hali, Türkiye’nin dış politikasında ölçek küçültmesiyle makas değişimini bir gereklilik haline getirdi.
Devam edeceğiz…