Türkiye’nin Batı’yla kurduğu ilişkilerin tarihsel seyri ve niteliği her daim ilginç olmuştur. Özellikle II.Dünya Savaşı’ndan sonra başlayıp 2000’li yılların başına kadar süren manzarayı kabaca Batı’ya rağmen Batıcılık yapmak şeklinde tarif edebiliriz.
Batı’nın temsil ettiği siyasal, ekonomik ve sosyal düzen yegane ideal kabul edilir, bu nedenle de Türkiye’nin siyasal elitleri sık sık Batı’ya rağmen Türkiye’nin ‘muasır medeniyetler’ ailesinin parçası olma veya ‘muasır medeniyetler’ seviyesine ulaşma yolculuğunun devam edeceğini ilan ederledi.
Batı’ya rağmen Batıcılık yapmak şeklinde tarif edebileceğimiz bu yaklaşım Türkiye ile Batı arasında ilginç bir aşk-nefret ilişkisinin varlığına işaret ediyordu. Batı Türkiye’ye karşı çifte standartlı, gayri-adil, iki yüzlü bulunsa da Türkiye’nin siyasal ve iktisadi gelişiminin yegane referans noktası ve ‘muasır medeniyetler’ ailesine dahil olmasının yegane vasıtası kabul edilirdi. Böylesi bir yaklaşım, Batı ile ilişkileri ciddi manada duygusal ve psikolojik bir zemine oturtuyordu.
AK Parti döneminde Türkiye’nin Batı ile kurduğu ilişkilerde yukarıdaki resim açısından hem bir süreklilik hem de farklılaşma yaşandı. İlk iktidar döneminde yaşandığı gibi AB, AK Parti’nin en önemli dış/iç politika başlığı, demokratikleşme adımlarının referans noktası haline geldi.
Aynı AK Parti daha sonraki iktidar dönemlerinde AB/Batının Türkiye için tek alternatif olmadığını güçlü bir şekilde dile getirmeye başladı. Batı mevcut alternatifler arasında Türkiye için en makulü, en cazibi şeklinde dursa da Türkiye’nin yegane opsiyonu değildi. Türkiye’nin başka opsiyon ve oyun alanlarının olduğu, Türkiye’nin buralardaki gücü ve etkinliğinin Türkiye’yi Batı nezdinde daha eşit partner, daha değerli kılacağı anlayışı AK Parti’nin ana kadrolarının paylaştığı bir yaklaşımdı.
Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika’daki aktif rol arayışı, Rusya’yla daha yakın bir ilişki geliştirme çabaları bu okumanın bir eseriydi. Bu, Batı’yı dışlamayan fakat onu Türkiye için tek alternatife ve dahil olunması gereken medeniyet projesine indirgemeyen realist bir yaklaşımdı.
Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Teşkilatı’na Türkiye’nin dahil olması konusunda yaptığı açıklamasında olduğu gibi Batı cephesinde ilişkilerin gerildiği veya Batı ile ilişkilerden ümidin kesildiği dönemlerde ise Türkiye Batı dışı opsiyonlara açık olduğunu, en azında fikir düzeyinde bunun muhasebesini yapmaya meyyal olduğunu açıklamaktan kaçınmadı.
Hem AK Parti öncesi hem de AK Parti döneminde Batı bir türlü Türkiye’nin siyasal tahayyülünde normalleştirilemedi. Batı okumaları güçlü bir değersel çerçeve ve tarihsel hafıza ile yapılırdı. Bunun artık kısmi ölçüde aşılması gerekir.
Genelde Batı, özelde ise AB/Avrupa uzun bir süredir temsil ettiğini iddia ettiği değerlerden bir bir feragat ediyor. Avrupa’nın parlamento kararlarıyla global vicdanı regüle etme, ‘ahlaki üstünlüğünü’ devam ettirme arayışları somut olanın testine takılıyor. Avrupa’nın öteki ile yaşama deneyimi, göçmen ve mülteciler konusunda sergilediği yaklaşım onun global vicdanı temsil etme iddialarının altını boşaltıyor.
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini normatif değerler ve gerekçelerle savunmanın pek olası olmadığı dönemlerden geçiyoruz. Zaten Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerin kısmi ölçüde ivme kazanması değer temelli değildi. Reel politika başlıkları ile alternatif ilişki ağlarının azalması Türkiye ile Avrupa’yı (özelde Almanya) beraber çalışmaya itti.
ABD ile ilişkilerimiz de çoktan daha önce kendisine atfedilen ‘model ortaklık’ gibi kavramsal çerçevenin ima ettiği mahiyetten çıkmış durumdadır. Muhtemelen önümüzdeki dönemde önceliklerimizin çatıştığı noktaların sayısı örtüşenlerden fazla olacaktır. Benzer şekilde, AB süreci de epeydir yerini Avrupa ile ilişkilere bırakmış durumda. Hükümetler arası, ortak çıkar ve/ya tehdit algısının ana itici güç olduğu bu ilişki biçimin başlıklara bölünerek yaşanması kaçınılmaz. Alman parlamentosunun son kararından sonra da Almanya/Avrupa/Batı ile ilişkilerimizde bu resmin akılda çıkarılmaması gerekir.
Ezcümle, Türkiye ile Batı/Avrupa arasındaki ilişkilerin niteliği çoktan değişmiş durumda. Batı’nın geliştirdiği politikalara düne ait beklentilerin yarattığı hayal kırıklıklarıyla cevap vermekten ziyade bugünün realist bir okumasını yaparak cevap vermek gerekir. Buna ilaveten, Türkiye’yi son dönemlerde dış politikada yeni arayışlara sevkeden, Batı’yla ilişkilerine belli bir ivme kazandıran Türkiye’nin iç ve dış politika koşullarında da herhangi bir değişim yaşanmış değil.