Arap dünyasındaki başkaldırıların sebebiyet verdiği sarsıntılar, güçlü bir adem-i merkeziyetçi trend ortaya çıkarmış durumda. Aslında bu trend mevzubahis başkaldırılardan önce başlamıştı. Ancak bu başkaldırılar bu trende hem hız hem de derinlik kazandırdı. Bu trendin hem fiili hem de anayasal türevleri var.
Arap dünyasında yaşanan başkaldırılar otoriter rejimlerin, kendilerini toplumlarına ‘kader’ olarak sunma imkanlarını ortadan kaldırdı. Bölgede yeni bir siyasal psikoloji oluştu ve bu yeni siyasal psikoloji yaşadığı bütün travmaya rağmen, otoriter rejimlerin meşruiyetini kabul etmeye yanaşmıyor. Bu durumda iktidar, güç teorilerinde iktidarın kendisini var etmesi için gerekli olan ‘rıza’ veya ’zorakilik’ koşullarının ikisine de darbe vuruyor. Mısır’daki Sisi rejimi gibi karşı devrimci dalga, iktidarı zaten ‘rıza’ temelinde inşa etmeyi öngörmüyordu. Zaten bu mümkün de değildi. Buna karşın Sisi rejiminin tümüyle devreye soktuğu ‘zorakilik’ ve ‘korku’ enstrümanları da istenilen sonucu tam anlamıyla veremiyor olmasının yanı sıra, daha önceki Mısırlı otoriter iktidarların sağladığı güç konsolidasyonunu da sağlayamıyor. Sina Yarımadası’nın önemli bir kısmı her geçen gün ‘No Man’s Land’e dönüşüyor.
***
Irak zaten anayasal olarak federal bir sistem olmasına rağmen, merkezî hükümet her geçen gün elindeki gücün bir kısmını başka aktörlerle paylaşıyor. Bu durum en bariz şekilde kendisini güvenlik alanında ortaya koyuyor. Irak’taki merkezî hükümet sahip olduğu güvenliği sağlama sorumluluğu ve gücünü her geçen gün Şii milisler ile paylaşıyor.
1989 yılında Lübnan iç savaşını bitiren Taif Antlaşması, her ne kadar idari ünitelere belli ölçüde güç devrini kararlaştırdıysa da, temelde güçlü bir merkezî otorite öngörüyordu. Fakat aradan geçen süre zarfında Lübnan’da merkezî otoritenin eridiği, grup kimliğinin vatandaşlık kimliğini baskıladığı, federalizmi aşan bir güç parçalanmasına şahit olduk. Lübnan’da ulusal ordunun yanında Hizbullah ordusunun da yer aldığı, hatta Hizbullah ordusunun ulusal ordudan daha etkin olduğu bir resim ortaya çıktı.
***
Yine, Paris merkezli düşünce kuruluşu Arap Reform Girişimi’nin bir yıl önceki raporuna göre, Libya’da 200.000’nin üzerinde bölgesel milis gücü mevcut. Rapor, bu bölgesel milis güçlerini elimine etmekten ziyade, onlarla başkent Trablusgarp arasında yeni bir ilişki biçiminin geliştirilmesini öneriyor. Raporu bir kenara koyacak olursak, güvenlik alanı bu şekilde bölünmüş bir ülkenin, gücün merkezde toplandığı bir siyasal sistem ile yönetilmesinin oldukça güç olacağı aşikar. Bunun yanı sıra, zaten daha önce bölünme deneyimini yaşamış olan Yemen’de de bölünme senaryosu tekrardan güçlü bir şekilde telaffuz ediliyor.
***
Bütün bu fiili durumlara rağmen, Arap dünyasında anayasal çerçevede gelişen bir adem-i merkeziyetçi trend de mevcuttur. Kimliksel olarak göreceli homojenliğe sahip Tunus, devrimden sonra yaptığı yeni anayasada merkezden çeperlere ciddi bir yetki devrinin önünü açtı. Tunus’un toplam on bölümden oluşan yeni anayasasında bir bölüm (7. bölüm) tamamıyla ‘yerel yönetimlere’ ayrılmış durumda. Anayasanın 131. – 142. maddeleri arasındaki kısmın genel çerçevesini çizdiği yeni yerel yönetimler bölümü, merkezden yerel yönetim ve bölgelere ciddi manada idari, finansal ve benzeri güç devrini öngörüyor.
Arap devlet sisteminin temel krizleri olan ‘üst kimliklerin çöküşü’, ‘merkezî otoritelerin meşru görülmemesi’ ve toplumların devlet altı grup kimliklerini temel kimlikleri olarak benimsemesi, siyasal sistemlerin tekrardan merkeziyetçi bir şekilde inşa edilip gücün merkezde konsolide edilmesini güçleştiriyor. Bu da Arap dünyasında adem-i merkeziyetçi bir trendin zeminini hazırlıyor.