Başlangıcı, ilk İmralı heyetinin Öcalan’ı ziyareti kabul edilebilecek Barış Süreci, (ki bu satırların yazarı başlangıç olarak Leyla Zana’nın “Bu işi çözse çözse Erdoğan çözer” dediği günü tercih etmektedir) 7 Haziran sonrası şiddeti tırmandıran PKK’nin Kuzey Irak’taki kamplarının, TSK tarafından vurulmasıyla belirsiz ve ad konmakta zorlanılan bir biçime evrildi.
Hükümet kaynakları “sürecin bitmediği, ancak bundan sonra PKK’nin sürecin bir parçası olamayacağı” doğrultusunda açıklamalar yapsalar da durum belirsizliğini koruyor.
TSK’nın hava saldırılarının en azından PKK’nin beklemediği kadar etkili olduğu, örgüt ve kurmaylarının tepkileri ile demeçlerinden okunabiliyor.
Kendisi reddetse de örgütün siyasi uzantısı kabul edilen HDP cephesinde de durum farklı değil.
Gün geçtikçe, tehdit ve intikam içerikli söylemler, belirgin bir çaresizlik üslubunda en çabuğundan bir ateşkesin tesisinin talebiyle, ateşkes için baskı yapacak yurtdışı odak arayışlarına yöneldi.
Ancak Türkiye Hükümeti tarafından, Suriye-IŞİD konusunda belli ki önceden hazırlanmış bir süreç de eşzamanlı olarak olgunlaştırılıp ilan edildi ve PKK-HDP’nin konudaki çabaları yanıtsız bırakılmanın da ötesinde artık tersine sonuçlar veriyor.
PKK, TSK’nın hava saldırılarına hiç vakit geçirmeden Türkiye içinde askeri cevaplar vermeye girişse de eylemleri, ya cılız, ya aşırı riskli ya da önceden hazırlanmış olmanın ve şimdiye kadar farkedilmemenin avantajlarıyla etkili olabiliyor.
PKK’nin askeri yetersizliği, örgüt yöneticilerinden Duran Kalkan’ın demeçlerine “Gerilla henüz elini tetiğe atmış da değildir. Yaptıkları sınırlı bir misillemedir.” şeklinde yansısa da bunun, içi boş bir tehdit, bir blöf olduğunu kestirmek zor değil.
Görünen, Barış Süreci’nin (ki bu süre 3 Ocak 2013’den günümüze tam 2,5 yıllık bir süreye tekabül ediyor.) sıradan insanın, medya ve tarafların ifadelerinden okuyabileceğinden çok daha başka ve katmanlı olduğu.
Sözü edilen bu 2,5 yıl boyunca çatışmasızlık, bazı kesintilere uğramış olsa da Süreç, tarafların her seferinde eski duruma döndükleri bir çizgide ilerledi, ta ki 25 Haziran’da başlayan hava saldırısına kadar.
Bu zaman zarfında tarafların birbirlerine kaşı suçlamalarının içeriklerinden, güncel çatışmalardaki taktiklere bakıldığında ortaya çıkan, Barış Süreci’nin her iki taraf için de aslında beklenebileceği gibi, "aynı anda bir savaşa hazırlık süreci” olarak işletildiği.
PKK tarafından fırsat, kırsalda başarı kazanma şansı iyice zayıflamış olan gerilla ve silahlarının kentlere yığılması, istihbarat, tuzaklama ve bomba yığınakları ile örgütlenme pratikleri üzerine değerlendirilmiş görünüyor.
Hükümet ise bu süreçte, geçmişte askerine bir tuzak, çeşitli provokasyonlarla bir ölüm kapanı olarak kullanılmış kırsaldaki karakollarını güçlendirmeyi öncülledi.
Zaman zaman çatışma boyutuna varan protestolarla karşılaşılan “kalekollar”ın yapımı oldukça başarıyla yürütülmüş olmalı ki, günümüze kadar bu olası hedeflere PKK’nin etkisiz tacizlerinden başka bir saldırı gözlenmedi ve yine TSK’nın eskisinden çok gelişmiş elektronik gözleme teknikleri de hesaba katıldığında, gözleneceği beklenmemeli.
Bunun dışında da PKK hazırlıklarının Emniyet Güçleri tarafından gözlendiği, kurulan ağların çözülerek saldırılara hazırlanıldığı belli.
Bu bağlamda PKK için yol tuzaklamaları dışında elde kalan tek seçenek kentlerde emniyet güçlerine karşı örgütleyeceği saldırılar oluyor.
Ancak bu “kent savaşı” stratejisinin bir “olmazsa olmazı” var ve bu da olacak gibi görünmüyor.
PKK saldırılarını kent içlerinde organize ederek, emniyet güçlerinin kontra operasyonları karşısına “halkı” çıkarmayı planlıyor.
7 Haziran seçimleri sonrası HDP’nin oy patlaması onları, bu statejinin çalışacağı konusunda aşırı bir güvene kaptırmış gibi ancak bu bir türlü gerçekleşmiyor.
Kurmaylarının basın açıklamalarından, gençlik örgütlerinin çağrılarına, medya ve sosyal medyada tüm güçleriyle köpürttükleri yalanlara (ki bunlar artık makuliyet sınırını aşıp tersine çalışmaya başladı) ve provokasyonlara, beklenen “kitle desteği” PKK’den, her geçen gün biraz daha uzaklaşmakta.
Bunda TSK’nın operasyonlarının odak noktasını, görece kolay hedef olacak Türkiye kırsalındaki unsurlar yerine, PKK’nin Kuzey Iraktaki lojistik ve silah depolarına, haberleşme ve konaklama merkezlerine, uçaksavar ve havan mevzilerine yöneltmesinin de etkisi var.
Başbakan Davutoğlu’nun harekat başlangıcında söylediği “piyonları değil şahları hedef alacağız” sözü gerçekleniyor ve etkisini gösteriyor.
Bu koşullarda her ne kadar PKK yığınaklarını kentlere yönlendirse de asli askeri gücünü oluşturan dağ kadroları, savaş dışı bırakılmış oluyor.
Temelinde, 90’lı yıllarda uygulanan, PKK’nin tüm destekçileriyle birlikte sahadan silinmesinden çok daha farklı ve ona zaferinin imkansızlığını kabul ettirerek silahsızlanma ya da silahlı güçlerini Türkiye sınırları dışına çıkarmaya iknaya odaklı bu operasyonların sonu, başından bakıldığında görülebilecek sarihlikte.
Bütün mesele, PKK kurmayının, bir an önce durumu görmezden gelmekten vazgeçmesinde ve biraz da Türkiye muhalefetinin irrasyonel varlığından kaynaklı göz kamaştırmalara kanmaktan vazgeçmesi ve kayıpları, örgütün tümüyle tasviyesiyle sonuçlanacak bir yola girmeden dönmesinde.
PKK bu sağduyuyu gösterir de sonu başından belli bu savaştan kendini ve kadrolarını kurtarabilirse, Ortadoğudaki varlığını, tüm halkların faydasına doğru evrilecek bir düzenin dişlilerinden biri olmaya çekebilir.
Bu şans halen yitirilmiş değil.
Ancak hangi taraftan olursa olsun her yıkım, her ölüm ve dökülen her damla kan, PKK’yi, ona 90’ların şedit devletinden miras meşruiyetinden biraz daha uzaklaştırıyor ve örgüt giderek, kendi tabanı da dahil, herkes için kurtulunması gereken bir yük haline geliyor.
Unutulmamalı ki bölge, kurulacak ve Türkiye’nin belki de en önemli parçası olacağı bir yeni düzene doğru yürüyor.
Tarihte kısacık bir geriye gidişle hiçkimsenin masumiyetinin lekesiz olmadığının görülebileceği bu coğrafya, artık kana doymuş, çocuklarının nihai barışını hasretle bekliyor.
Artık savaşları güçlüler değil, onları anlamsızlaştırarak bitirenler kazanacak ve ancak bu kurala riayet edenler güçlü kalacak.