Ortadoğu’da dengelerin değiştiği, Sykes-Picot çizgilerinin silikleştiği, yüz yıllık bir parantezin artık kapanmak ve bir yenisinin açılmak üzere olduğunun herkes farkında.
Yüz yıl önce tesis edilen ve zaman içinde sallansa da başlangıç amaçlarından sapmadan Ortadoğunun felaketi olmayı sürdürmüş bu düzen değişecek.
Hem de “Ortadoğu bataklıktır, uzak duralım”cılara,
çaresizce NATO’yu müdahaleye çağıran New York Times Neoconlarına,
kalemden keseri, gerçekleri sadece İran dalevereleri lehine yontmak için çalışan gazeteci görünümlü istihbaratçılara,
hiç olmayacak bir devrimin sahte ümitvarlığını, halkını bombalayıp hergün onlarca kişiyi katleden bir diktatöre desteklerini saklamak için kullananlara rağmen değişecek,
çünkü bu, insanın insanlığa olan borcudur ve er ya da geç ödenecek.
İhami Işık’ın, aşağıdaki satırlarında gayet iyi betimlediği;
“Kurulduğu gün “Bağımsız Birleşik Kürdistan” şiarıyla “anti sömürgecilik” teziyle her şeyi şiddet ve silahlı ayaklanmayla hayata geçireceğini iddia eden bir PKK’nın ilk işi, Kürt ağa ve beylerini öldürmek, kendisi gibi düşünmeyen tüm siyasi partileri, örgütleri ve düşünceleri hain ve işbirlikçi ilan etmek oldu. “Ana kıstas birleşik Kürdistan. Bunun dışında hiçbir şey tartışmaya açılamaz” diyen PKK ile 93’ten sonra demokratik Cumhuriyet, demokratik Türkiye diyen …”
PKK de, tüm olan bitenin farkında ve kendisine, gelmekte olan bu yeni düzende bir yer arıyor.
Yukarıda anılan Sykes-Picot kalıntısı statüko içinde,
Askeri, ekonomik, etik ve siyasi üstünlüğü KDP’ye kaptırdığı Irak ile, dişini daha uzun bir süre geçiremeyeceğinin belli olduğu İran çıkarılınca elinde sadece 2 uygun habitat kalıyor; Türkiye ve Suriye Kürdistanları..
İdeolojik varlığı ise, vazgeçtiğini ilan ettiği eski Stalinist bağnazlığın üzerine derme çatma kurulmuş bir çevrecilik, özgürlükçülük,
cinsiyet ayrımına karşı duruş (ki bu, bölgenin yoğun feodal yapısında en başarılı olduğu alan sayılabilir)
ve güya halk iktidarı üzerine kurulu, kulağı tersten gösteren bir “yerel yönetimler önerisi”nden ibaret, ancak, kendi kadroları ile imkan bulduğunda silah dayadığı kafalar dışında, bölge halklarından pek teveccüh görmüyor.
Böylece elinde kala kala silah üstünlüğü kalıyor.
Söz konusu Suriye jeopolitiği ile ülkenin içinde debelendiği kaos olduğunda, bu üstünlüğün pek bir kıymeti harbiyesinin olmadığı görüldü.
İŞID tek bir hamlede PKK Suriye şubesi PYD’nin kontrolündeki Kobane kırsalını süpürüp YPG’yi, sırtını Türkiye’ye dayayan Kobane kent merkezine sıkıştırıverdi.
Ancak Türkiye’de durum böyle değil.
Doğu-Güneydoğu’nun dağlık yapısı, gerilla savaşına benzersiz olanaklar sağlayan mağara kompleksleri ile bu yapının PKK eliyle yıllardır mükemmeleştirilmesi, örgüte ve askeri kolu HPG’ye güvenli bir alan oluşturuyor.
Ayrıca bu yapının İran ve Irak sınırlarını içinde tutarak, sadece PKK’ye açılmış kapılar sağlaması da bir başka avantaj.
Fakat orada da şöyle bir sorun var;
13 yıllık AK Parti iktidarı, bölgede ve ülke genelinde uyguladığı politikayla, örgütün Türkiye sınırları içinde silahlı varlık gösterme, eylem yapma gerekçelerini, neredeyse tümüyle ortadan kaldırdı.
Bunun dışında artık TSK içinde, PKK eylemlerini vesayet tesisinde kullanan (bunun için göz yuman, koordinasyonu sabote eden, istihbarat uçurarak kendi lehine ayarlamalar yapan) bir klik de yok veya varsa da etkisi kırıldı.
TSK’nın, geçmişin aksine artık başarıyla sağladığı eşgüdüm ile yıllar içinde edindiği tecrübe,
özellikle elektronik harp teknikleri ve diğer yüksek teknolojik donanımlar sayesinde sağladığı taktik üstünlük,
kırsalda sürdürülebilecek bir gerilla savaşının, şüreç içinde PKK’nin kesin yenilgisiyle sonuçlanacağının göstergesi..
Kısacası PKK, Türkiyedeki barış sürecini sonlandırıp sonunda yenileceği bir savaşa girmeyi (en azından kırsalda) düşünmüyor.
Çatışmalı bir süreç için, elinde kalan tek silahı, devletin antidemokratik, şiddete dönük uygulamalar sergilemesi durumunda, başlatabileceği ve kente indirdiği silahlarla da destekleyeceği “serhildanlar”, yani halk ayaklanmaları.
Ancak hiçbir koşulda AK Partinin Hükümetinin, böyle bir yola girmeyeceğini de yeni edindikleri müttefiklerinin aksine, en iyi onlar biliyorlar.
Peki o zaman PKK, İran ve Irak’a kapı açan Türkiye dağlarındaki vazgeçilmez askeri varlığını nasıl, hangi gerekçeyle sürdürecek?
Bunun tek bir yolu var;
Ateşkes ile başlayıp barışın kesin tesisi ile sonuçlanacağı bilinen ve içinde bulunup “Barış Süreci” diye isimlendirdiğimiz aralığı, mümkün olduğunca uzatmak, daha fazla zaman kazanmak.
Bu yüzden PKK, sürece (onu bitirmeyecek ama aksatacak) küçük sabotajlar düzenleyip suçu hükümet güçlerine atıyor,
bölgedeki teror sürecini, gençlerden kurulu yarı-lümpen YDGH’a ihale ediyor,
İŞID’ın Türk Hükümeti tarafından her türlü desteği gördüğü yalanı üzerine kurulu kampanyasıyla çıkardığı olaylarda da, onlarca insanın ölümüne yol açmaktan çekinmiyor.
Bu sayede bölgedeki etkisini, mahkemelerini, vergi adı altında topladığı haracı, seçim denetimlerini ve benzeri varlığını sürdürebiliyor.
Aksi durumda PKK'nin yapması gereken ise şu;
AK Parti hükümetinin barış iradesi gösterdiğini (yarım ağızla değil, tıpkı Öcalan gibi açıkca)
kabul etmek,
konuyla ilgili olumlu adımların atıldığını tesbit - teslim edip, fazlasını istemek ve bu istekleri, af talepleri, tutuklu ve hükümlülerin koşulları, serbest bırakılmaları vb üzerinden somutlaştırmak,
silahsızlanma ve eylemsizlik şartlarının müzakeresi türünden süreçleri başlatmak.
Yani kısaca “adım atmak”.
Ama o, adım sırası kendindeyken duruyor ve sıranın karşındakinde olduğu iddiasıyla, devleti adım atmamakla suçluyor.
Böylece bir sonsuz “aldım verdim ben seni yendim” oyununun içinde debeleniliyor ki amaç da tam bu.
Çünkü barış yolunda atılacak bu adım, PKK’nin Türkiye dağlarında kurduğu askeri yapının sonunu getirecek, taktik olarak bir işe yaramasa da statejik önemi paha biçilmez olan, bu en kuvvetli mevzisi dağılacak veya daha tekinsiz başka yerlere taşınacak ve bambaşka bir süreç başlayacak.
BDP ise, insiyatif alıp yukarıda olması gerektiği örneklenen taleplerin sözcüsü olacak ve giderek PKK’nin yerine yerleşeceği bir demokratik mücadele süreci yürüteceğine, bu taktiğin aparatlarından biri olmakla yetiniyor.
Önce gidip, kendisinin terkettiğini söylediği Sosyalist Diktatörlük rüyasını inatla görmeye devam eden,
bir takım sesi çok kendi yok örgütcüklerle birleşip cepheleşiyor ve HDP adını alıyor,
sonra TBMM’deki, barış sürecinin sağlığı açısından vazgeçilmez önemdeki varlığını, seçime parti olarak girme kararıyla riske atıp, bunun yükünü de, barajın indirilmesi üzerine tek bir somut öneri getirmeyerek ve bir de bunu “antidemokratik AKP iktidarı”nın 12 Eylül’den kalan mirasıdır söylemiyle, AK Partinin sırtına yüklüyor.
Yetmiyor,
“amaca giden her yol mübah” bahsinde ifrata kaçmanın nadide bir örneğini sergileyip, Kürtlerin tescilli düşmanı Paralel Yapı söylemleri hoparlörlüğünde, kendisinin seçim desteğini alıyor ve bir de bu desteğe, savaştığı “Eski Türkiye”nin temsilcilerini ekliyor.
Bunca ayak oyunu,
şımarık sünnet çocuğu edasıyla kamera önünde mikrofon sallayan sözcü Selahattin Demirtaş’ın ergen espirileri ve yine onun Kudüs’ü İsraile bırakıverdiği hassasiyetleri boşveren söylemleri, hep aynı amaca hizmet ediyor;
Süreci olabildiğince sabote ederek uzatmak.
Ne anadilde eğitim hakkının sağlıklı bir düzeyde tartışılması,
ne berbat bir savaşın içindeki piyonluklarının acısını cezaevlerinde çekenler,
ne onları ya da dağdaki evlatlarını bekleyen analar,
ne hesap sorulmayı bekleyen geçmişin işkence, köy boşaltma, katliam türü uygulamaları, BDP/PKK’nin umurunda değil.
Meclise girip kitlelerini temsil, demokratik mücadele yollarını denemek de öyle.
Kişisel menfaatlerini de ucuna taktıkları bir politik hesap uğruna,
tüm beceriksizlik, ufuksuzluk ve hırslarını,
hiç peşinde koşmadıkları bir takım ulvi amaçlar ardına saklayıp,
Kürtler ve Türkler ile onların haklarını ve umutlarını değil sadece,
Filistinlilerin, İsraillilerin, Suryanilerin, Yezidilerin ve
diğer tüm Ortadoğu halklarınınkileri de, sorumsuzca harcıyorlar.
Çünkü herkes biliyor ki, bu yüz yıllık parantez kapanıp yenisi açılırken kurulacak, bölge halklarının tümü için olumlu ve onurlu olacak olan bir barışın, bir yeni bölge düzenin anahtarı, Türkiye’nin Kürtleri ile Türklerinin elinde bulunuyor.
PKK/BDP’nin bu tavrının seçim sonuçlarıyla sonrasına etkisi ile olası süreçin ne yönde gelişeceği ise, bir başka yazının konusu.