PKK miladını, Suriye Şam’da topladığı 2. Kongrede aldığı,
“TC Devletine karşı silahlı mücadele yürütme kararı” doğrultusunda,
15 Ağustos 1984 tarihli Şemdinli-Eruh baskını olarak kabul ediyor.
Bu olay aslında, PKK’nin 2. Döneminin başlangıcı.
(Saldırıların TSK unsurları dışındaki hedefleri de içermesi kararının alındığı
1986 Ekim’indeki 3. Kongre ile de 3. Dönemi başlayacaktır.)
Ancak bir de, artık çok gerilerde kalmış ve Öcalan tarafından “Hilvan-Siverek Dönemi” diye adlandırılan 1. Dönemi var PKK’nin.
Şemdinli-Eruh baskınıyla biten bu dönem, örgütün çekirdek kadrosunun
Diyarbakır Lice ilçesi Fis köyü 27 Kasım 1978 tarihli toplantısında kurulma kararını almasıyla başlıyor
Örgütün bu dönemiyle ilgili kamuoyunda bilinenler oldukça az ve günümüzde neredeyse hiç konuşulmuyor.
Oysa o dönem,
PKK örgütlenme ve eylem tarzı ile amaçlarına açıklık getirmesi açısından oldukça önemli.
12 Eylül askeri darbesi karanlığıyla iyice gözlerden uzaklaşan Doğu/Güneydoğu,
bu dönem çevresinde PKK’nin bölgedeki diğer güçlerle girdiği kanlı bir rekabete sahne oldu.
PKK namlularını, bir taraftan bölge aşiretlerine doğrulturken, diğer taraftan alandaki varlıkları kendisinden eski
ve kimi silahlı kimi silahsız sol örgütlerin tasfiyesine başladı.
Amaç, korkutma, suikastler ya da kırsaldaki çatışmalarla “alan hakimiyetini tesis” ve bölgede devletten sonraki en büyük güç olmaktı.
Devrimci Yol, TİKKO, KUK, Denge Kawa, DDKD, TDKP, MKP, TKP, Rızgari, AlaRızgari gibi isimler altında
geniş bir alanda, bazıları sadece şehir bazıları ise hem şehir ve hem de silahlı kır örgütlenmesine sahip bu gruplar
(Sadece Tunceli/Dersim kırsalında tutunmayı başarabilen TİKKO dışında), birkaç yıl içinde bölgeden silineceklerdir.
Sindirdiği Türk/Kürt Sol’una ait bu örgütlerden farkını, Kürt Ulusalcılığını yükseltişiyle koyan
ve yine aynı örgütlerin kendi ve 12 Eylül Cuntası şiddeti altında parçalanmasından sıyrılan PKK,
süreç içinde Diyarbakır zindanlarından kurtulabilenlerin tek adresi olacak ve giderek güçlenecektir.
12 Eylül’ün Diyarbakır zindanlarında tohumladığı nefret, 90 yılların şiddet sarmalına vardığında PKK,
o güne kadar dokunmadığı bir başka örgütlenmeyi hedef alır; Hizbullah...
İki örgüt arasındaki çatışmanın, Haziran 1990’da Şırnak’ta Hizbullah’ın bölgedeki önemli isimlerinden
Hasan Tekin’in öldürülmesiyle başladığı kabul ediliyor.
Saldırının iyice su yüzüne çıkışı ise PKK’nın, 1991 yılında İdil’de Sabri ve Hayriye Karaaslan’ı öldürmesi olayı ile..
Önce saldırıları yanıtsız bırakan Hizbullah, 1992 yılında karşılık verme kararı aldı ve yeni bir şiddet sarmalı başladı.
Yine PKK’nin “alan hakimiyeti” stratejisi üzerine başlattığı bu savaş boyunca taraflar farklı taktikler uyguladılar.
PKK, Hizbullah’ı tümüyle bölgeden silecek ya da kovacak kitlesel saldırıları, yıldırma eylemlerini seçerken
Hizbullah, PKK’yi saldırılarından vazgeçirme niyetiyle, üst düzey üyelerine suikastler düzenleme yoluna gitti.
Bu savaşta Hizbullah’ın, enseye sıkılan tek kurşun ile yaptığı infazlar, örgütün bir tür imzası haline geldi.
Yine bu dönem, Kontr Gerilla-JİTEM tarafından işlenen cinayetlerin,
Hizbullah veya PKK infazı kisvesinde gerçekleştirilerek gizlenmesine de sahne oldu
ve yaklaşık bin kişinin canına mal olan bu döngü, ancak 1996’da sona erdirilebildi.
2000 yılında Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun Beykoz’da güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmesi sonrası örgüt,
silahlı mücadeleyi tümüyle bıraktı, deyim yerindeyse kabuğuna çekilerek eylemliliğini Mustazaf-Der kimliğinde,
tümüyle sivil alanla ve dayanışmayla sınırladı.
Hareket, bu dönemde aldığı legal siyasete katılma kararını da Huda-Par’ı kurarak uygulamaya geçirdi.
Süreç içinde iki grup arasındaki gerilim alttan alta sürse ve zaman zaman bölgedeki PKK taraftarlarının gösterileri
Hizbullah kökenli çeşitli sivil toplum kuruluşları ve sosyal merkezlerin tacize uğramasıyla ısınsa da
karşılıklı silah kullanmaya varan olaylara 6-8 ekim’e kadar 2 istisna dışında rastlanmadı.
PKK tarafından bölgede tansiyonun arttığı dönemlerde yapılan gösterilerin,
Mustazaf-Der’e saldırıya dönüştüğü bir anda, 5 Mayıs2011’de Hakkari Yüksekova’da,
uzun namlulu silahlarla açılan ateş sonucu 4 kurşun yarası alan Ubeydullah Durna hayatını kaybetti.
Yine Huda-Par üyesi ve 1990 yılından beri koruculuk yapan Mehmet Uğurtay,
2014 Mayıs’ında gönüllü olarak servis şöförlüğünü yaptığı köyünün çocuklarının gözü önünde,
başından tabancayla vurularak öldürüldü.
PKK’nin tüm bu saldırı ve tacizleri karşısında ise Huda-Par üyeleri, silah kullanıp cevap vermekten kaçınarak
konun takibini güvenlik güçlerine bıraktılar.
Her iki saldırın da failleri, bugüne kadar bulunmuş değil.
6-8 Ekim olaylarına gelene dek, karşılıklı düşmanlığın alevlendiği ufak tefek çatışmalardan, yukarıda verilen bu 2 örnek harici,
çatışmaya dönüşmemiş iki örgüt arasındaki zıtlaşma, 6 Ekimde birden şiddetlendi ve sonuç 50’den fazla ölü oldu.
Çıkan olaylarda hayatını kaybedenlerin, hangisinin Huda-Par ve hangisinin PKK taraftarı olduğunu kestirmek zor olsa da
silahı olan ve kullanan tek tarafın PKK olmadığı kesin.
Belli ki Huda-Par taraftarları da bu sefer hazırlıklıydılar ve saldırılara cevap verdiler.
Bölgede yükselen veya yükseltilmekte olan bu anlamsız şiddetin “saldıran” tarafında,
her ne kadar aksini iddia etse de PKK/HDP’nin olduğu kesin.
Zira PKK, Türkiye’de ateşkesteyse de, sınır ötesinde bir savaş sürdürüyor.
Bu savaşta, başta insan olmak üzere çok çeşitli kaynağa ihtiyaç var ve bu kaynaklar da özellikle Türkiye Kürdistanından karşılanıyor.
Bu desteğin sürmesi, gerektiğinde çoğaltılması için de Türkiye tarafında huzur içindeki Kürtlere savaşın hatırlatılması,
hatta yaşatılması gerekiyor ve Hizbullah ile olan çatışma da bundan alevlendiriliyor.
Türkiye’nin sınırları içinde savaş dışında kalan HDP destekcisi Kürtler,
alandan getirilen cenazelerin, desteği çoğaltmaya yetmediği durumlarda bu provokasyonlarla uyandırılıyor
ve Huda-Par’ın karşı tarafa IŞİD rolü oynasın diye yerleştirildiği simulasyonlar çalıştırılıyor.
İslami grupların nuansları ve hemen Suriye sınırımız ötesinde, Nusra, IŞİD, PYD vd arasında gerçekleşen çatışmalar,
konuya uzak bir Batılı vatandaş için fazla anlam taşımıyor.
Elinde silah olan veya olmayan ama olay, gösteri ve çatışmalarda tekbir getiren herkese,
İslamcı terorist gözüyle bakıp geçmekten ibaret bu sığ algı,
PKK’nin Huda-Par ile çatışma pratiğini hazırlayan sebeplerden diğerini oluşturuyor.
Anaakım medyada da karşılığı bulunan bu yaklaşım,
sekuler kitlelerin gözünde PKK’yi otomatikman haklı çıkaran bir eğilimi çoğalttığı için, her zaman kullanışlı bulunuyor.
Son seçimlerde HDP’ye olan kuşkulu desteğin, tartışmasız bir şekilde artmasına yarayan
Mersin, Adana ve Diyarbakır bombalarını yerleştiren eller,
yine Diyarbakır’da Huda-Par’lı Aytaç Baran’a düzenledikleri suikastle bir yeni çatışmayı alevlendirdiler
ve yine Huda-Par taraftarları buna, karşı şiddetle cevap verdi.
Batı’nın sol sekuler (şimdilik) HDP taraftarı aydınları ise, Aytaç Baran’a yapılan suikastı öğrendiklerinde,
konforlu alacakaranlıklarında saklanmalarına yarayan 90’larda kalmış Türkiye tahayüllerinden kafalarını ağır ağır kaldırıp;
“Yine mi Jitem/Kontrgerilla povokasyonu?” dediler ve tabii cinayetin şüphelisi için de bu bulunmaz bir kılıf oldu.
Aynı yorum ve yaklaşım, ciddiyet derecesine ve dezenformasyon tarzına bağlı olarak, HDP/PKK medyasınca kullanlmaya başlandı.
Hepsi kullanmadı çünkü bu söylemin, bölgede, meselenin yanıbaşında yaşayanlara hiçbir şey ifade etmesi mümkün değil.
Son tahlilde, sınırlarımız dışında kendi savaşını vermekte olan PKK üzerinden hazırlanan ve ihtimal bir kısmı da bizzati PKK veya içindeki bir klik tarafından yaratılan tüm bu provokasyonların bir yerde durması gerekiyor.
Bunun için de PKK’nin silah bırakması veya en azından silahlı güçlerini sınır ötesine taşımasından başka bir yol yok.
Oysa ne yazık ki bu konuda başrolü alması gereken oyuncu HDP eşbaşkanı Demirtaş, pişkin bir rahatlıkla şunları söylüyor;
“Biz silahlı bir örgüt değiliz, kimlerin silahlı örgüt olduğunu çok iyi biliyoruz”
Biz de sayın Demirtaş, zira bakmayı bilenlere açıkça görünüyor.