Resmi tarih Birinci Dünya Savaşı’na zorla sokulduğumuzu, muharebeleri kazanmamıza rağmen müttefiklerimiz yenildiği için masa başında kaybettiğimize inanmamızı ister. Ama bu söylemin genç Cumhuriyet dönemi ‘Kemalist’ tarihçiliğinin çok ötesine giden bir dürtü, hatta bir ‘ihtiyaç’ olduğunu bugünlerde bir kez daha görüyoruz. Muhafazakar kesimlerin de bu türden gerçek dışı kabullere inanma ihtiyacı var. Dünya Savaşı ile ilgili basit gerçek, nihayette savaşı kaybettiğimiz ve daha önemlisi bu savaşı ‘kendimizin’ istemiş olduğudur. Savaşa katılma kararı büyük toplumsal coşku ile karşılanmış, lehte gösteriler yapılmıştı. Bu savaşın imparatorluğun kaybedilmiş topraklarını geri almak için iyi bir fırsat olduğu duygusu toplumsal bilinçaltına hakim olmuştu. Ama sonuç hüsran oldu… Kaybedilen toprakları kazanmak bir yana, o savaşta daha da toprak kaybedildi. Çünkü toplumun bir bölümü ve zamanın yönetimi gerçeklerden kopmuş, kendileriyle ilgili nesnel değerlendirme imkanını yitirmişti.
***
Bugün Musul, yaşadığından öğrenmeyen o bilinçaltını yeniden tahrik ediyor. Güneydoğu’da devlet hakimiyetini yerleştirmeye uğraştığımız ve Kürt toplumunu kendimizden uzaklaştırdığımız bir dönemde Musul’a sahip çıkma hayalleri kurulabiliyor. Bu arada birçoğumuz gözler önünde yıkılan Halep için üzüntü bile ifade etmekten çekinecek kadar ahlaki kaygılardan uzak durabiliyoruz. Halep’i ‘görmeyerek’ Musul fırsatçılığını hak edeceğimizi sanıyoruz…
Bu ruh halinin ardında yatan kendi kavrukluğumuz. Layıkıyla önemsenmemiş olduğumuz duygusunu telafi etmek üzere, bir kez daha gerçeklerden uzaklaşarak iç dünyamızın isteklerine ‘gerçek’ payesi veriyor, kendi sesimizin cazibesinin peşinden gidiyoruz. O kadar ki kendimizi tutamazcasına Batı’ya posta koymayı, kişiliğimizi pekiştirme yolu haline getiriyoruz.
Ne var ki basit gerçekler Türkiye’nin Batı ile olan bağlarının onlar için değil, bizim için hayati olduğunu söylüyor. Bu bağları tümüyle koparmak ile tehdit etmeler, ya da o bağı koparabilmeyi düşünecek kadar ‘cesur’ olduğumuzu cümle aleme gösterme ihtiyacımız, bizi bir toplumsal akılsızlığa doğru sürüklüyor… Batı ise bize baktığında cesaret değil, başka bir şey görüyor ve buradan gerçekten de Avrupalı olmadığımız sonucunu çıkartıyor.
***
Kimsesin kuşkusu olmasın, Türkiye yeniden idamı tartışır ve bunun Öcalan’ı kapsayabileceğini söylerken ve örneğin HDP’lileri tutuklarken Batı zaten adım adım buralardan uzaklaşıyor. Çünkü yaşanan siyasi hezeyan bir med cezir gibi geri çekildiğinde, maalesef geride birçok açıdan ‘geri’ bir ülke kalacak. İdam’ın ilk sonucu herhalde ekonomide görülecek. Dövize geçiş hızlanacak, faizler yükselecek, kendi sermayemizi de elimizden kaçıracağız… Diğer taraftan idamın geri gelmesi yargıdaki otoriter temayüllerin doğrulanması anlamında psikolojik bir alan açacak. Yargı sertleşecek, radikalleşecek ve sahip olduğu ‘özgül ağırlık’ olumsuz niteliklerle bezenerek artacak. Dolayısıyla hem siyaseten kullanılabilir hem de siyasileşen bir yargıya dönüş kapısı aralanacak.
Sırf idamın cezai bir tedbir olmasıyla bunlar olur mu diyenler, akıllarına gelen birkaç kişinin idamının söz konusu olduğu bir ortamı hayal etsinler… O ortamın Türkiye’yi zora sokmak isteyecek her odak tarafından büyük hevesle kullanılacağından da emin olsunlar. Sonuç Batı’dan kopmak falan olmayacak… Türkiye dünyadan, makulden, gerçeklerden kopuyor. Kendi sesimizin peşinde toplu olarak akılsızlığın cazibesine kapılmış gidilirken bunu gören birçoğumuz ise sadece susup seyrediyor…
Not: Finans sektörünün paraları yastık altında sakladığı iddia ediliyor… Herhalde ekonomi yönetiminde sözün bittiği yerdeyiz.