Siyasetin kutuplaşması herkese yaramakla birlikte, bundan en çok yararlananın AK Parti olacağı açıktı. Çünkü ülkede yüzde yirmiye yakın parti bağımlılığı olmayan, istikrar ve huzur odaklı bir kitle var. Kutuplaşma bu kitlenin riski minimize etme arayışını tetikledi ve her kritik seçimde daha öngörülebilir olan AK Parti iktidarını yeğlemesine neden oldu.
***
Ne var ki siyasi kutuplaşmanın ‘niteliği’ bu süreçte sabit kalmadı. Söz konusu ‘değişken seçmen’ açısından kutuplaşma bildik iç siyaset jargonu ve ideolojik konumlar arasında yaşanıyordu. Bir tarafta devlete ve resmi ideolojiye yakın muhalefet, diğer yanda çeperden gelen reformist nitelikli iktidar arasında tercihin, istikrarı sağlayabildiği sürece daha ziyade ikinciden yana olması çok doğaldı…
Ancak son bir yıl içinde bizzat iktidar yani AK Parti ile, devletçi muhalefet yani MHP birleşme yoluna girdi. Ortaya ‘millici’ bir koalisyon, reformist niteliği hemen hiç kalmamış bir yönetim anlayışı ve devleti öne çıkaran bir bürokratik mekanizma çıktı. Muhalefet ise bir kanadı çok cılız ve yetersiz, diğer kanadı darmadağın bir ‘seyirciye’ dönüştü. İyi Parti bu cenaha bir hareketlilik getirse de, bunun ne denli kalıcı etki yapacağı şimdilik belirsiz…
Dolayısıyla yüzde elliyi şart koşan bir seçimde esas belirleyici olacağı aşikar söz konusu yüzde yirmilik grup şu an siyaseten boşlukta kalmış gözüküyor. Ancak iktidar cenahı onları ‘ağın içinde tutmak için’ sınanmış ve
başarılı olma ihtimali yüksek bir
strateji uyguluyor.
Türkiye’nin büyük bir tehdit altında olduğu, 3. Dünya Savaşı’nın yaşandığı, kuşatılma ve parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz kanaatinin yerleşmesi için uğraşıyor. Böylesine büyük bir beka mücadelesi verilirken herkesin iktidar etrafında toplanması gerektiği vurgulanmakla kalmıyor, bu görüşe mesafeli duranlar üzerinde de tehditkâr bulutlar dolaştırılıyor.
Mesele bu görüşün ‘değişken seçmen’ için nasıl inandırıcı kılınacağı. ABD ve Batı’nın düşmanlaştırılması bu çerçeve içinde kotarılan bir çaba ve özellikle elverişli bir materyal… Bazı ABD kurumlarının geçmişte neredeyse bütün darbe girişimlerinden az çok haberdar olduğunu biliyoruz. FETÖ darbesinin de ABD’de hiçbir kurum tarafından bilinmeme ihtimali yok. Ayrıca PYD konusunda da zıt uçlardayız ve ABD bu yönetime destek verdiğini gizlemiyor.
Bunlara Batı ile aramızdaki mesafeyi açan çatışmacı söylemi ve Rusya/İran çizgisine yaklaşan dış politikanın ‘bağımsızlıkçılık’ olarak sunulmasını eklediğimizde, ABD/NATO ve bilumum Batı menşeli aktörlerin ‘düşman’ ilan edilmesi kolaylaşıyor. Bu arada Batı’da da Türkiye’nin düşmanlaştırılmasını hedefleyen bir bakışın güçlendiğini görüyoruz. Diğer deyişle yaşanan çatışma ‘gerçek’ vasfı kazanıyor. Böylece kendini koruma, savunma ve içe kapanma eğilimi besleniyor ve ‘değişken seçmenin’ de siyaseten muhafazakâr bir konuma kayarak iktidara destek vermesi doğal hale geliyor.
Bu stratejinin başarı şansı az değil… Hele muhalefetin ‘milli’ konularda basiretli davranma ihtimalinin ne kadar düşük olduğu dikkate alınırsa, söz konusu stratejinin muhalefeti bir bütün olarak oyundan düşürmesi de mümkün.
Ancak böyle bir durumda ülke olarak ödenecek maliyet çok yüksek olur. Çünkü mesele Batı’nın ne yaptığı değil. Türkiye birtakım dış güçlerin istedikleri gibi yönlendirebileceği bir ülke olmaktan çıktığı gibi, böyle bir baskı ile de karşı karşıya değiliz… Aksine tehdidi iç siyaset kaygılarıyla isteyen ve abartan bizzat biziz. Batı’da gerçekten de düşman olanlar varsa, bu güçsüz azınlığın eline düşmanlığı körükleyecek araçları da yine biz
sağlıyoruz.
***
Başkalarının kötü niyetini spekülatif bir referansa dönüştüren hiçbir siyasetten Türkiye’ye hayır gelmez. Bireysel veya cemaatsel çıkar siyasetinden uzaklaşmadığımız ve küresel ilişkileri bir siyasi manipülasyon alanı olmaktan çıkarmadığımız sürece sadece kendimizi aldatırız…