Sıkıntılarla dolu bir yılı bitirir ve pek de umut verici gözükmeyen yenisine girerken, okuyucunun yazardan beklentisi gönül açıcı birkaç laf etmesidir muhtemelen… Ama gerçeklere ilişkin yapay bir değerlendirme yapmaktansa, gerçek üstü veya dışı gözükene ilişkin sahici sorular sormak daha ilginç olabilir.
Son bir yıl genellemeci düşünme tarzımızda kalıcı etkiler yaratmış ve bunlar çoktan dilimize yansımış gözüküyor. Önceki dönemden bakiye farklılıklar, çeşitlilik, çoğulculuk gibi kavramlar artık dağarcığımızın önemli unsurları değil. Onların yerine kapsayıcı büyük öznelerin dünyasındayız artık… Bir tarafta gücü ve kötülüğü temsil eden, başa çıkamadığımız ama her geçen gün daha da öfkeyle dolduğumuz büyük aktörler var. Bunların başında ‘kötülerin kötüsü’ ABD geliyor… Bu aktörleri çevreleyen dünyamız ise kimlikler etrafında yoğunlaşmış geniş halk birikimlerinden oluşuyor. Batılılar, Doğulular, Yahudiler ve tabi ki Müslümanlar. Nitekim bu yığınların arasında en mağdur ve mazlum, ama en haklı ve doğru olan da bu sonuncu grup…
***
Böylece dünyanın ahvalini ele almaya kalktığınızda birinci cümle ABD ile Müslümanları karşı karşıya getireni oluyor. Çok da haksız bir başlangıç gibi gözükmüyor, çünkü ABD’nin başındaki kişi de aynen bizler gibi genellemeci yüzeysellik içinde yaşayan biri. Ayrıca bu konumlama işimize geliyor… Mesele bu denli makro ölçekte tanımlanınca tarihsel ve kadim bir tını kazanıyor ve bugünü yaşayan insanlar olarak sorumluluğumuzu azaltıyor. Bu durumda yenilgilerin acısı da daha az olurken, arada bir elde edilen yengilerin tadına doyum olmuyor…
Bu sayede son birkaç yüzyılı paralize eden ontolojik sorgulamamızı da biraz arka plana atmış gözüküyoruz. Ama kaçış yok… Müslüman toplumların niçin ‘geri’ kaldığına tatminkâr bir yanıt vermek durumundayız. Teknolojide geriyiz ama başka yönlerimiz var avutmasının da işlevi bitti. Apaçık görüldüğü üzere, sadece teknolojide değil, kurumsal yapıda, eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşlikte, nihayet ahlakta da geriyiz.
Bunun İslam’a mal edileceğinden fena halde korkuyoruz. Oysa Hıristiyan Latin Amerika da bizden pek farklı değil. Açıktır ki bu ‘geriliğin’ sorumlusu din değil. Ama onun ‘okunma’ biçimi bir işaret sunuyor. Herhangi bir öğretinin hayata yansıması, bir ‘yaşanan gerçeklik’ haline gelmesi bizim zihnimizin süzgecinden geçmesini ve önceden var olan kültürümüzün içinde yeniden üretilmesini gerektiriyor. Dolayısıyla bu ‘geriliğin’ temelinde de İslam değil, zihniyetimiz yatıyor.
Nitekim bu zihniyet nedeniyle dünyayı kimliksel kategorilerin ezeli ebedi çatışma alanı olarak görmekten kurtulamıyor ve Müslümanlar niye birleşemiyor diye hayıflanıyoruz. Niye birleşsinler ki? Hristiyanlar, Yahudiler veya Budistler de birleşemiyor. İnanç üzerinden birleşmek hiç kolay değil, çünkü farklı dindarların farklı zihniyetleri ve okuma biçimleri var.
Ancak kimliğini inanç alanında aramak zaten garip bir durum… Çünkü inançlar bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz, ama varlığına inanmak istediğimiz bir aleme gönderme yapıyor. Yani kimse tezini diğerine kanıtlayacak durumda olmadığı gibi, karşılıklı olarak herkes diğerinin inancının boş olduğunu düşünüyor. İnanca saygı duymaktan söz ettiğimizde de, aslında inanç ‘duygusuna’ saygı duyuyoruz. Yoksa o inancın içeriğine zaten inanmıyor ve yanlış olduğunu düşünüyoruz. Buradan çıkacak çatışmalar ancak irrasyonel olabilir… Ve eğer çatışmanın kendisine fazla kapılırsanız, tüm hayatınızın bir irrasyonalitenin peşinden gitmek olduğunun farkına varmayabilirsiniz.
***
Şöyle düşünün… Cennetin var olduğunu söyleyen bir dinin mensupları ile olmadığını söyleyenler çatışsa ve dünyayı cehenneme çevirseler insanlık adına ne denli akıllıca bir iş yapmış olurlardı? Belki önümüzdeki yıla girerken kendimize daha ziyade bu türden ‘hakiki’ sorular sormamız gerekiyor.