Darbelerle yaşamış, darbelerden büyük acı çekmiş bir ülke olarak hem bu durumdan ‘milletçe’ şikayetçi olmak hem de sürekli aynı durumu yeniden yaşamak ve üstelik yadırgamamak normal mi? İlk cevabımız aksi yönde olabilir ama gerçekçi olmak gerekirse bizim kültürümüzde darbeleri normal kılan bir özelliğin olması gerekmez mi?
Bu özelliği zihniyet düzlemine gittiğimizde kolaylıkla buluyoruz. Otoriter/ataerkil bir kültüre sahibiz. Relativizmi daraltarak, işimize geldiği ölçüde devraldığımız için siyasi sistemimiz ve demokrasimiz bireyselleşmeyi ve çoğulcu bir yapı üretmeyi teşvik etmedi. Aksine modernleşmenin merkezileşme, ilerlemecilik ve pozitivizm unsurlarını yücelttik. Aydınlanmayı katı bir bilimcilik ve laiklik olarak algılarken, bunun karşısında konumlanan dindarlık da gizli bir ‘kurtuluşçu’ arayışla bugünlere geldi. Demokratlığın ise ne olduğunu bile henüz anlamış değiliz… Aklın sınırlarının farkında olarak haddini bilmek, geleceğe tahakküm etmekten korkmak gibi anlayışlar bize çok yabancı. Sahip olduğumuz kültürün temel özelliği kendimizi hızla ‘biliyor’ olma konumunda görme ihtiyacımız. Bu nedenle yüzeysellikten, sığlıktan çekinmiyoruz. Bir sonraki adım ‘biliyor’ olduğumuza göre gücü ele geçirdiğimiz anda ‘bildiğimizi’ başkalarına zorlamak oluyor. Bunu bazen hamasetle, yani ‘güzellikle’, bazen de zorla, gerektiğinde insan canına kıyarak yapabiliyoruz.
***
Çoğunluğumuz darbeye karşı ama darbeci zihniyetin de farkında olmadan savunucusu… Bu durumun çok ilginç bir sonucu var: Darbelerin başarılı olup olmaması hiç fark etmiyor. Çünkü başarısız darbe girişimlerinde de, söz konusu girişimi engellemiş olanlar kendilerini bir anda ‘darbeci’ konumunda davranmaya hazır hissediyorlar. Böylece kimin darbe yapmış veya yapamamış olduğundan bağımsız olarak, her girişim sonrası Türkiye bir ‘darbe ortamına’ sürükleniyor. Bizler de şikayet ediyoruz… Ama hiç de yadırgamıyor, hatta bu ortamı destekliyoruz. Böylece bizzat kendimizin de darbeci olduğunu ve ilerideki bir başka darbeye davetiye çıkardığımızı bile idrak etmeden.
Darbe ortamları bir tür ‘gri alan’ demek… Belki de kuramsal olarak karşı çıkarken pratikte destek vermemizin nedeni bu. Çünkü her başarılı veya başarısız darbe girişimi sonrasında ‘karşı’ grubun temizlenmesi ve otoriteye hakim olan grubun ‘yandaşlarını’ kamusal alana yerleştirmesi süreci yaşanıyor. Bu ise, Türkiye gibi aşırı merkeziyetçi, devletçi ve rantçı bir sosyoekonomik sistemde sınıf atlamanın, güç kazanmanın en kolay yolu.
***
İyi de niçin böyleyiz? Zihniyet olarak bize benzeyen bütün ülkeler ille de bizim gibi değiller. Demek ki en azından bir neden daha var ve bunu sosyolojide, onun tarihsel serencamında aramak gerekiyor. Basitçe söylersek bu henüz ‘toplum’ olamamış bir halk… Hala cemaatçi bir bakışa sahibiz ve bize benzemeyenlerin, farklı kimlikte olanların bizimle eşit olduğunu hazmetmekte zorlanıyor, hatta bunu kabullenmenin kendi kimliğimizi reddetmek olduğunu sanıyoruz.
Dolayısıyla burası bir demokrasi değil ve hiçbir zaman da olmadı. Ama daha kötüsü burası sürekli ‘iç savaşta’ olan bir ülke. İç savaşını bir türlü bitirememiş bir ülke… O kadar ki küreselleşme ortamında ‘mecburen’ birbirimize benzeyip melezleşirken bile, hem iç düşman yaratma peşinde koşuyoruz hem de farklı kimliklerin ve türlü çeşitli alt grupların düşmanlık üzerinden siyaset arayışı aynı heveskarlıkla devam edip gidiyor.
Samimi olmak gerekirse aslında darbelerle fazla bir derdimiz yok. Darbe karşıtlığımız bizi görünüşte birleştiren bir riyakarlık sadece... Gücü ele geçirince hepimiz darbeciyiz…