Liderlerin işi toplumu zihinsel, fikri ve duygusal bir mobilizasyonun içinde tutabilmek ve olabildiğince yönlendirmektir. Bu nedenle öngörülerini stratejik tercihlerle bileştirir ve kaçınılmaz olarak bir miktar popülizmle sunarlar. Dolayısıyla tehditler biraz daha ‘renklenebilir’, hamasetin dili keskinleşebilir ama bu katlanılabilecek, hatta belirli dönemlerde arzu edilecek bir maliyettir. Eğer arka planda sağduyu varsa, söz konusu keskinliğin sınırlarının olduğunu, dengelerin kaymasına müsaade edilmeyeceğini de bilirsiniz. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu açıdan son dönemde göreviyle uyumlu bir çizgi izliyor. Bazen aşırı sertleşen dili, bir sonraki fırsatta kontrollü bir geniş bakışın hala güvencede olduğunu haber veriyor.
***
Ne var ki Türkiye birçoklarının kendisini kendi rızasıyla ‘lider neferi’ saydığı bir ülke. Sorun çoğunlukla liderlerde değil, o liderleri birer kaldıraç gibi görme heveslisi olan grupların oluşmasında. Daha büyük sorun ise bu grupların medya ve yargı gibi doğrudan kamusal işlev niteliği taşıyan alanlarda da yer almalarında. Çünkü bunun epeyce sakıncalı sonuçları oluyor. Örneğin Cumhurbaşkanı ‘terörün tanımı yeniden yapılmalı’ dediğinde bir kısım medya sanki terör o anda yeniden tanımlanmış, bu alanda bir konsensüs oluşmuşcasına iyiler/kötüler ayrımına giriyor ve hoşlanmadığı, daha doğrusu Erdoğan’ın hoşlanmayacağını düşündüğü fikir ve duruş sahiplerini ‘hain’ ilan edebiliyor. Yargıda ise bu yeni terör ve terörist tanımının ne anlama geldiği konusunda yeterince işgüzar bir tutum izlemeye hazır zaten yeterince kişinin olduğu anlaşılıyor. Böylece ortaya ‘de facto’ bir durum çıkıyor… Akademisyenler adaleti kenara iten bir yargı anlayışıyla, ideolojik olarak zihinlerde mahkum edilip tutuklanabiliyor. Çeşitli konularda Meclis’in ne yapması gerektiği konusunda kamuoyu baskısı yerine geçecek bir medya zorlaması ortaya çıkıyor...
***
Açıkça söyleyelim: Bütün bunlar başkanlıkla ilgili… İki yönüyle. Birincisi bu tutumu bir stratejik misyon haline getirenlerin başkanlık sistemi geldiğinde şu veya bu şekilde yararlanacaklarını öngörmeleri nedeniyle. Çünkü başkanlık iktidar yapılanmasını radikal bir biçimde değiştirecek ve belirli kadroların daha üst konumlara çıkmasını sağlayacak. Birçoklarının hayali bugünkü hevesli tavırlarının gün geldiğinde karşılık bulacağı…
Ancak meselenin ikinci yönü çok daha kritik… Sergilenen bu yaklaşım giderek ya başkanlık sistemine geçilmemesine neden olabilecek, ya da ülke için olumsuz bir başkanlık modeline razı gelinmesiyle sonuçlanabilecek. Çünkü başkanlık sisteminin her derde deva bir iksir olduğu varsayımını zorlayan söz konusu medya, konunun içinin iyice boşalmasına neden oldu. Bu durumda nasıl bir başkanlık sistemine yöneldiğimizi merak edenler nereye bakacaklar? Tabi ki Erdoğan’a. Çünkü bugün için başkanlık sistemi ile ilgili tek kıstas Cumhurbaşkanı’nın söylem ve üslubu. Nihayetinde tek bildiğimiz gerçek, eğer başkanlık gelirse Erdoğan’ın başkan olacağından ibaret…
***
Demek ki başkanlık sistemini getirmek isteyenlerin önündeki soru şu: Erdoğan’ın medya ve yargıyı istese de istemese de yönlendirdiği bir zemin, Türkiye halkına ‘işte hayalimdeki düzen bu’ dedirtir mi? Eğer dedirtir diyorsanız, devam edin derim… Yok dedirtmez diyorsanız, özgürlükten fedakarlık yapacağınız bir anayasa için partner aramak durumundasınız. Bunun AK Parti’nin misyonu açısından epeyce sıkıntılı olduğu açık. Üstelik eğer ‘yerli ve milli’ ambalajıyla aklanmaya çalışılırsa, ülkeyi yönetilemez hale getireceği de açık…