Medeniyet denen şey hafıza ile kurduğunuz ilişkinin niteliğiyle belirlenir. Bazı toplumlar hafızayı tüm çeşitliliğiyle canlı tutmaya çalışırlar, geçmişi bugünü doğrulamaktan ziyade yaşanmış olan anlayıp hissetmek üzere irdelerler. Bir unutma değil hatırlama kültürü üretirler… Her dönemde ve her coğrafyada bu toplumlar çağın medeniyet fikrinin taşıyıcılarıdır. Tarihin belirli noktalarında despotizmin uç noktalarına savrulduklarında, oradan hasarsız geri dönebilmelerinin sırrı da budur.
Başka bazı toplumlar ise hafızayı tekdüze kılmaya, ideolojik kalıplar içinde hapsetmeye eğilimlidir. Geçmişi bugünün güç dengesi için kullanışlı bir malzemeye dönüştürürler. Hatırlanan geçmiş yüzeyselleşip ideolojikleştikçe hafıza da bir unutma pratiği haline gelir. Her dönem ve coğrafyada bu toplumlar kendilerini seviyesizliğe mahkum ederek başka medeniyetlerin takipçisi olmak zorunda kalırlar. Nitekim despotizme savrulduklarında da ya büyük hasarlarla geri dönebilirler, ya da oradan tam anlamıyla hiç dönemezler…
***
Bu açıdan hafızayı nasıl kullandığımız kritik bir tercih. Kendimizle yüzleşme, kendimizi tanıma, hatırayı gerçek haliyle ve tüm karmaşıklığıyla canlı tutarak ruh sağlığımızı pekiştirme yolu olarak kullanabileceğimiz gibi, gerçekleri gizleme, çarpıtma ve unutma sayesinde yüzleşemediğimiz hastalıklarımızı kalıcı kılmak üzere de kullanabiliriz…
Sembolik olarak 24 Nisan tarihi ile hatırlanan sistematik ve devlet kontrollü Ermeni tehciri ve ‘azaltılması’ siyaseti ile de hiçbir zaman açık yürekli bir bakışa sahip olamadık. Her iki tarafta radikal kimlikçi yaklaşımlar gerçekliği basitleştirme, kategorize ve mahkum etme uğraşı vererek, aslında hatırlıyor gibi yaptıkları gerçekliği unutturdular. Oysa bu olay, benzeri bir dizi topluluğa uygulanmış eziyetlerle birlikte Anadolu insanının ortak tarihini ve hafızasını oluşturuyor. Birini anlamadan diğerini anlamanın imkanı olmadığı gibi, birine duyarsız kalmanın hepsine ilişkin bir duygu kaybı yaratmaması da mümkün değil.
Sanat söz konusu parçalı ve sığlaşmış duygu ve zihin dünyamızı yeniden ortak bir zemine davet etmenin en iyi aracı belki de… Arzu Başaran’ın son sergisi (44 Art Gallery) bizi içimizdeki unutmaya yüz tutmuş gerçek Anadolu’nun gizlenmiş, üstü örtülmüş sayfalarına götürüyor. Sergi ille de doğrudan Ermeni tehciri ile ilgili değil. Ana unsur ilk bakışta insanlar gibi gözükse de, aslında ucu olmayan yollarıyla, ilerledikçe gömülen toprağıyla, bütün o insanları yüzyıllardır içine emdiği bağrıyla Anadolu’nun kendisi.
Başaran’ın çalışmalarında sayısız insanlar ve insancıklar görüyoruz. Bir yerlere gitmek, hayal ettikleri bir son noktaya varmak için umutsuzca ilerliyorlar. Ama aynı işlere biraz uzaktan baktığınızda o insanların hiçbir zaman düşündükleri yere varamayacaklarını, daireler halinde dönmeye mahkum olduklarını, giderek kendilerini kuşatan coğrafyanın ve zamanın içinde eriyip gideceklerini, o toprağı manen ve maddeten sulamaktan başka hiçbir varlık değerlerinin kalmayacağını görüyorsunuz.
***
Sergiye ad olarak ‘hala… orada’ denmiş. ‘Hala’ zamanla ilişkili, ‘orada’ mekanla… Aradaki noktalar ise belki insanların kendisi, bizleriz. Kendimizce ilerliyoruz ama hala… oradayız. Belki de o noktalar sonu olmayan yollardır. Zaman ve mekanı birbirine bağlayıp bize anlamlı bir dünya sunacağını umduğumuz ama bir türlü bu işlevi göremeyen yollar…
Hüzünlü bir sergi bu… Ama insana iyi geliyor. Hem kendimizi de o yollarda sayısız ve isimsiz insancıkla birlikte hissetmenin sağaltıcı etkisiyle hem de hafızanın önümüze bir hatırlama daveti olarak konmasının iç dünyamızda yarattığı sahicilik ve sahiplenme duygusu nedeniyle…