Yakın geçmişte (18 Ekim) bir yazımda Türkiye’deki tasarruf oranının “daha uzun süre sürekli ve hızlı büyüyen bir ekonomiyi ayakta tutacak seviyede” olmayacağını ve dolayısıyla küresel sermaye girdisine muhtaç olduğumuzun altını çizmiştim. Meseleyi özetleyen soru ise şuydu: “Ne yaparsak Batısı, Doğusu ve yerlisi ile küresel sermayede Türkiye’ye ilişkin uzun vadeli bir güven ve istikrar algısı yaratabilir, bunun güvencesini verebiliriz?”
Bu cümlede açıkça vurgulanmayan ama kritik bir detay var. ‘Yerli sermaye’ diye küresel sermayeden bağımsız ve kopuk bir kategori bulunmuyor. Türkiye menşeli sermayedarlar da aynen yurt dışındaki hemcinsleri gibi akıl yürütüyor ve nerede/nereye yatırım yapacaklarına karar veriyorlar. Bu nedenle ‘uzun vadeli bir güven ve istikrar algısı’ yaratma işi sadece ‘dışarıdan’ sermaye çekmek için değil, ‘içerideki’ sermayenin dışa kaçmaması için de şart.
Oysa göründüğü kadarıyla bizler meseleye küreselleşme dönemi öncesinden miras kalan bir anlayışla bakmayı sürdürüyoruz. Sanki elimizde yurt içinde yatırım yapmaktan başka şey düşünmeyen bir ‘milli’ sermayedar grubu varmış ve bütün sorun yurt dışından ek sermaye bulmakmış gibi… Ama gerçek durum böyle değil. Türkiyeli sermayedarların da önünde koca bir dünya mevcut ve oradaki potansiyelleri kullanarak rekabet dünyasında göreceli avantajlarını artırmak istemeleri çok doğal. Ayrıca bunu yapmak da zorundalar, çünkü dünya piyasasından kopuk olmadığımıza göre, söz konusu potansiyelleri kullanacak olan rakipler karşısında handikaplı durumda kalma ihtimalleri var.
***
Dolayısıyla hükümetin Türkiye’deki sermayedarı ‘burada’ nasıl tutacağı üzerinde düşünmesi lazım… Geçen haftalarda Dünya Bankası ‘İş Yapma Kolaylığı Endeksi’ adı altında bir ülkeler sıralaması yayınladı. Buna göre geçen yıl 55. olan Türkiye (metodoloji değişikliğinin de etkisiyle) bu yıl 69. gözüküyor. Ama söz konusu değişiklik olmasaydı da bizim açımızdan önemli olan şu ki notumuz 67 civarında hiç değişmeden kalmış. Yani bu alanda Türkiye herhangi bir somut ilerleme veya reform gerçekleştirememiş. Oysa başka ülkeler bunu yapabilmiş ve önümüze geçmiş…
Diğer bir deyişle aynen sermayedarlar gibi, ülkeler de ‘kendileriyle’ değil başkalarıyla yarışıyorlar. Sermaye kaçışını önlemek ve aksine sermayeyi Türkiye’ye çekmek istiyorsak sadece reform yapmak yetmiyor. Rakip ülkelerden daha hızlı ve sağlam reform adımları atmak gerekiyor. Dünya Bankası endeksi bu reformlardan bazılarına işaret etmekte… Konuyu irdeleyen Hatice Karahan (Yeni Şafak, 28 Ekim) en kötü durumda olduğumuz ölçütlerin elektrik bağlantısı, yapı izni, vergi ve iflas konuları olduğunu belirtiyor.
***
Ancak Türkiye ekonomisinde reform ihtiyacı, bunların ötesinde özellikle emek piyasasının yeniden düzenlenmesine yönelik adımların atılmasını şart koşuyor. Çünkü sermayenin ‘kolay’ iş yapmasından öte haksız rekabetle uğraşmaması da lazım. Ne var ki Türkiye’deki emek piyasası ‘ikili’ bir yapıda. Formel piyasa üzerindeki baskılar nedeniyle enformel ‘paralel’ piyasaya kaçış söz konusu. Ayrıca bu durumdan yararlanarak vergi ve sigortadan kaçınan bir ‘paralel’ sermaye/emek bileşkesi oluşmuş… Bu durum rekabet koşullarını bozuyor ve yatırım isteğini öldürüyor.
Buna sağlıklı ve davetkar bir piyasa ortamına sahip olmamızı engelleyen hukuki açıkları ve sistematik hale gelmiş ‘paralel’ rant yaratma mekanizmalarını ekleyin. Bırakın ihtiyaç duyduğumuz yabancı sermayeyi çekmeyi, acaba buradaki yerli sermayeyi elimizde tutabilecek miyiz?
Belki de diğer ‘paraleller’ yanında, ekonomi alanında ürettiğimiz paralelliklere de artık son vermek gerekiyor.