AK Parti’nin kalkınmada başarılı olmakla birlikte adalette iyi bir sınav veremediği gözlemi yapılıyor. Bu hiç de şaşırtıcı değil... Kalkınma fiziki dünyayı ilgilendiren somut bir konu. Oysa adalet soyut, karmaşık ve öznelliğe açık… Benzer şekilde AK Parti sağlıkta başarılı iken, eğitimde pek öyle değil. Hastane yapıp içini aletlerle doldurarak bu işi ‘iyi’ yapmak mümkün, ama okullar yapıp içine akıllı tahta koyarak mümkün değil. Çünkü iyi doktorlarımız varken iyi öğretmenlerimiz yok…
***
Bu AK Parti’nin değil hepimizin sorunu. Konu ideolojik bağlama doğru kaydıkça başarısız oluyoruz. Fiziki dünyayı yeniden inşa ediyor ama zihinsel alana yaklaşımda doğru yöntemleri bulamıyoruz. Çünkü zihinsel alanın da aynen fiziki dünya gibi ‘yeniden inşa’ edilebileceğini sanıyoruz. Bu amaçla Kemalist sistem yıllar boyu ideolojik zemini güçlendirmeyi hedefleyen bir eğitim sistemi kurdu. Bugün de iktidar imam hatip okulu açarak kendi ideolojisinin yerleşeceği yanılsamasını yaşıyor ve üstelik böylece eğitimin daha da bozulmasına neden olabileceğini fark edemiyor.
Çünkü eğitim ancak bir özgürlük alanı olduğu ve öğrencilere düşünme perspektifi verebildiği takdirde kalite sıçraması yapabilir. Oysa bizde eğitim ‘zaten bilinen’ ve doğruluğundan emin olunan düşünce, tutum ve davranışların kalıplar halinde genç nesillere iletilmesi faaliyeti olarak anlaşılıyor. Amaç bu olduğunda da kaliteli öğretmene gerek kalmıyor. Aksine vasatlık beğenilen bir nitelik haline geliyor, yeter ki öğretmenler ‘makbul’ ideolojinin neferleri olsunlar.
Bu olgunun altında bizim ‘tek ayaklı’ bir modernleşmede ısrar etmemiz yatıyor. Modernliğin bir tarafı merkezileşme, rasyonelleşme ve devletleşme idi ve biz bunu çok beğendik… Ancak bir de zihinsel özgürleşme, bireyselleşme ve sekülerleşme ayağı vardı ki bundan hiç hazzetmedik. Zaten buradaki sekülerleşmeyi de pek anlamadık. Dini olmayan alanların tasavvurunu dinden kopuşla ilintilendirdik… Kemalizm, modernliğin bu ikinci ayağını otoriter laikliğe indirgeyerek toplumun düşün ve duygu dünyasını iğdiş etti. Ne yazık ki muhafazakârlar da yaşadıklarına ters tepki vererek ‘doğruyu’ bulacaklarını sandılar ve kaba bir ideolojinin karşısına aynı kabalıkta bir başka ideolojik duruş koymanın ötesine geçemediler.
Türkiye’de devlet, kimin yönettiğinden bağımsız olarak, hep makbul vatandaşı üretmeye soyundu. Modernliğin zihinsel özgürleşmeyi içeren ayağı, vatandaşın ‘makbulünü’ aramanın faydasız bir çaba olduğunu, devletin ancak sınırlar koyabileceğini ve bu sınırların olabildiğince geniş tutulması gerektiğini söylüyordu. Ancak biz devletçi ayağı sahiplendik… Eğitimi, düşüncenin sınırlarını olabildiğince dar ve kontrol altında tutmak üzere dizayn ettik ve böylece vatandaşı ideolojik bir şablonun uzantısı yapmaya çalıştık.
Bir dönem ‘onlar’ şimdi ‘bunlar’ hep vatandaşa nasıl düşüneceğini, konuşacağını, davranacağını söyledi... İdeoloji fark etmedi. Eğitim bilgiyi aramanın değil, ‘zorunlu’ bilgiye ulaşmanın ve ‘zararlı’ bilgiden uzak durmanın vasıtası olarak algılandı.
***
Bu tutumun arka planında tarihsel ve kimliksel bir korku var. Bu korku sahiplendiğimiz ideolojilerden çok daha temel bir olguya işaret ediyor, çünkü zihniyetimizin asli parçası. Bu açıdan Kemalistle İslamcı arasında hiçbir fark yok… İnsanların çeşitlenmesinden, kendi bireysel düşüncelerini derinleştirmesinden, bu düşüncelerin kamusal alana çıkmasından, kişileri etkilemesinden, yeni bir gelecek yaratmasından korkuyoruz… Çünkü geleceğin toplumunun kaçınılmaz belirsizliğinin ve onu yönetemeyebileceğimiz ihtimalinin farkındayız…
Bizim için eğitimin tek bir amacı var. İçimizdeki korkuyu gelecek kuşaklara aşılayarak onları da kendimize benzetmek. Belki de işin özünde kendimizi tanımaktan korkuyoruzdur…