Düşünen ile düşünmeyen kişinin iç rahatlığı mukayese bile edilemez. Düşünen kişi belki de hiç iç rahatlığı yaşamaz, ya da ‘hiç olmazsa’ düşünmeye devam ettiği için kendisini teskin etmekle yetinir. Oysa düşünmeyenin önüne çok geniş bir huzur alanı açılır. Bunu duyarsızlıkla karıştırmamak lazım… Bu kişiler çevrelerinde yaşanan olaylar karşısında çok heyecanlı ve içten tepkiler verebilirler, ama olayları gerçekten anlamaya da hevesli olmazlar.
Temel ayrışma merak sahibi olup olmamayla ilgilidir. Yüzeyde dedikodu kapsamına giren merak muhtemelen çoğumuzda mevcut… Ama bu düşünmeyi değil, bilgilenme üzerinden sosyalleşmeyi hedefler. Bugün twitter birçokları için böyle bir işleve sahip. Bir de olayların karmaşıklığını ve içerdiği nedensellikleri merak edenler var. Öyle ki herhangi bir olayı basite indirgemektense, giriftliğini ortaya koymayı tercih edebiliyor ve çoğu zaman olayları ancak kısmi olarak anlayabildikleri gerçeği ile yaşamak zorunda kalıyorlar. Bunun herhangi bir iç rahatlığı yaratma ihtimali ise çok az…
***
Belki de soru niçin bazı insanların bilerek ve isteyerek iç rahatlıklarını feda ettikleri olmalı. Muhtemelen bulunacak cevap söz konusu kişilerin yüzeysellikten duydukları rahatsızlıkla bağlantılı olacaktır. Düşünmeye eğilim ve entelektüel çabanın, büyük ölçüde kişinin çevresinde algıladığı cemaatsal yüzeyselliğe tepki olarak doğduğunu ya da bundan fazlasıyla etkilendiğini varsayabiliriz. Yüzeysellik hemen her zaman kesinlik üretir… Neyin niye olduğunu bildiğimizden kolayca emin oluruz. Bu kanaatin başkalarınca da aynı özgüvenle savunulması bizi rahatlatır, ilave soru sormak anlamsız hale gelir ve fikrimizi sorgulama ihtiyacı duymadığımız gibi söz konusu kanaatimizi bir ‘apaçık doğru’ olarak algılamaya başlarız.
Düşünmeme alışkanlığı kanaatlerin kesinleşmesi, cemaatleşmesi ve kimlikleşmesi ile sonuçlanır. Örneğin bugün Türkiye’de laik ve İslami kesimlerin birbiri hakkındaki önermelerinin çoğu bu kategoridendir. Gerçekte diğer grubu anlamayı kolaylaştırmaz, hatta bu imkanı tümüyle ortadan kaldırır. Onun yerine her iki kesimi de kendi içinde cemaatleştirir ve kimlikleştirir.
Yüzeyselleşme ‘millilik’ etrafında kotarılan siyasi hareketlenmelerin yaratılmasında da en güçlü zamklardan biridir. Düşünmeye meyleden bir toplumun klişeler ve sloganlar etrafında ‘ortak düşman’ ilan edilen odaklara karşı mobilizasyonu kolay olmaz. Oysa düşünmemeyi normalleştirmiş toplumlar, yüzeysel milliyetçiliğe kendiliğinden hevesli olurlar ve ‘milli’ olanı bir cemaatleşme olarak yaşarlar. Bu nedenle böyle toplumların ‘milli’ duyarlılığı birkaç söylem veya görüntü ile kapsanabilir ve toplum da zaten daha fazlasına ihtiyaç çıkarmaz.
***
Düşünmemeyi belirli bir imkanın kullanılmaması değil, bir toplumsal tercih, gerçeklik karşısında bir zihni tavır olarak ele almak gerekir. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… Merak etmemek, kesinlik aramak, bu kesinliği yüzeyselleştirerek içselleştirmek ve cemaatsal olarak meşrulaştırmak, aynı zamanda aidiyet ve kimlik oluşumuna hizmet eder.
Nitekim farklılıkların meşruiyetini ve çoğulculuğu içselleştirememiş, toplumsal konuşmayı özgürleştirip sistemleştirememiş toplumlarda, cemaatsal kesin kanaat arayışı bir ‘inanç’ unsuruna dönüşür. Kişiler inanmak istedikleri kanaatlerin peşinden gider ve bunu fıtrata bağlayarak kendilerini rahatlatırlar. Eklemek gerekmeyebilir ama Türkiye’deki durum da bu…
Düşünmek bu ülkede makbul bulunmayan bir eylem… Nitekim geçmişten bugüne yönetimler vatandaşın düşünmemesini arzu ediyor ve ona neyi nasıl düşünmesi gerektiğini söylemeye devam ediyor. Halkımız da bunu aidiyetin bedeli olarak sindiriyor.