Eğitimde alınan son karar, dar ölçekte Türkiye’nin nasıl yönetilmekte olduğunu gösterdi. Nasıl olduğunu bilemediğimiz bir ani aydınlanma sonrası TEOG, yani liselere giriş için yapılan merkezi sınav sistemi ortadan kaldırıldı. Böyle alınmış olduğundan hareketle kararın ‘yanlış’ olduğunu öne süremeyiz. Hatta birçok eğitim uzmanının uzun zamandan beri bu sistemin kalkması gerektiğini savunduğunu da biliyoruz. Mesele atılan adımın içeriği değil, işin nasıl yapıldığı... Çünkü şu anki sistemin yanlış olması, kurulacak sistemin doğruluğunu garanti etmezken, karar mekanizmasının nasıl çalıştığı da bir sonraki sistemin niteliği hakkında öngörüde bulunma imkanı tanıyor. Kısacası eğer Türkiye’de kararları böyle almaya devam edeceksek, oradan ‘doğru’ bir sistemin çıkması beklenmemeli. Bir yanlış sistemi başka bir yanlış sistemle ikame eder ve de bu şekilde devam ederiz.
***
Orta öğretimde yerleştirme sınavı olmasının aslında iki temel gerekçesi var. Biri kolaylık… Liseler öğrenci seçimiyle uğraşmıyor ve tek bir sınav sayesinde dağılım sağlanıyor. İkincisi ise eşitlik… Merkezi sınav, geldiği okuldan bağımsız olarak, kendilerini yetiştirdikleri oranda öğrencilerin eşit koşullarda sınava girmesine imkan tanıyor. Böylece eğitimin bir sosyal eşitlenme ve mobilizasyon aracı olarak işlev görmesi sağlanabiliyor. Ne var ki liseler arasında o denli kalite farkı var ki, herkes olabildiğince yüksek standartta öğrenim görmek istediği için, olay bir yarışa dönüşüyor ve ortaokullar dershane mantığıyla çalışmak durumunda kalıyor. Bu ise eğitimi tamamen test bazlı, mekanik bir mantığa indirgiyor.
Diğer deyişle esas mesele ülkede çok az sayıda nitelikli lisenin olması ve bu liselerden mezun olanların daha avantajlı bir üniversite ve iş hayatına sahip olabilmeleri. Türkiye’de devlet uzun süre, verdiği hizmeti nicel olarak artırmayı ve yaygınlaştırmayı hedefledi. Geriden gelmenin telafi edilmesini daha fazla yol, köprü, hastane gibi daha fazla okulda gördü. Kalite ise o denli önemsenen bir nitelik olamadı, çünkü eğitimin içeriği ve uygulaması ideolojikti ve hedef devlete ‘sorun’ çıkartmayan, aksine kendisini devlete bağımlı hisseden makbul vatandaş yetiştirmekti.
Küreselleşme öncesinde, yani beşeri hareketlilik açısından kendi sınırlarınıza hakim olduğunuz dönemde, ideolojiye yaslanan bir eğitim anlayışıyla durumu idare etmek mümkündü. Ancak küreselleşme beşeri sermayenin daha iyi ortamlara doğru seyyaliyetini ima eder. Bu nedenle kalite hayati bir mevzu, okullar arasındaki seviye farkı da tercihlerde tek belirleyici unsur haline gelir.
Türkiye’deki devletçi ve korku temelli eğitim anlayışı bu gelişmeye hazır değildi ve hâlâ anlamakta güçlük çekiyor. Niteliğin gereğinden söz edilse de, ancak ‘akıllı tahta’ gibi araçlar ya da ‘kodlama’ gibi her zaman farklı kaynaklardan edinilebilecek bilişsel alanlar tasavvur ediliyor. Oysa nitelikli eğitim inisiyatif alabilme, araştırma, farklı fikirleri davet etme, ortak karar alma, kendini değerlendirme ve eleştirel düşünce gibi hasletlerle bağlantılı bir husus. Nitekim iyi sistemi keşfetmek durumunda da değiliz, halen dünyada uygulanıyor ve biz zaten onu istemediğimiz için buradayız.
***
Görünen o ki Türkiye bu ‘açılımı’ muhtemelen istemiyor ve sonuçlarından da ürküyor. Evet, TEOG iyi bir sistem değil, ama yapılacak olan daha iyi olmayacak. Örneğin Başbakan soruların açık uçlu olacağını söyledi… İyi de, acaba onları değerlendirenlerin zihni ne kadar açık?
Sonuçta suistimali davet eden kaotik bir yapı gelirse, her cemaat kendi eğitimini yapma durumunda kalır ve kültürel bölünme daha da derinleşir. Nitekim böyle bir eşikte Başbakan’ın ‘bize güvenin’, Milli Eğitim Bakanının ‘kaygılanmayın, niyetimiz halis’ demekten öte söyleyebilecekleri fazla bir şey de yok belki…