Demokrasilerde yargının ilginç bir işlevi var. Yürütme ve yasama ile birlikte ‘devletin’ bir parçasını oluşturmakla birlikte o devletin ‘zararına’ sayılabilecek tasarruflara da imza atıyor. En basitinden siyasetçileri ve bürokratları kovuşturup mahkum olmalarını sağlayabiliyor. Bizim gibi yarı demokrasi olan toplumlarda ise söz konusu işlev daha muğlak bir hal alıyor, çünkü yargı mensupları zihniyet olarak çok daha devletçi ve milliyetçi bir ruh hali içinde oluyorlar. Dolayısıyla savcı ve hakimler ‘devleti koruma ve kollama’ diye tabir edilen bir göreve sahip olduklarını ve bu görevi iyi yapabildikleri oranda makbul hukuk insanları olacaklarını düşünebiliyorlar.
***
Bu görevin özellikle ‘kollama’ kısmı yargıya çok geniş hareket alanı açıyor… Çünkü kavramın sınırları belli değil ve net bir biçimde tanımlanması neredeyse imkansız. Devletin dolaylı olarak zarar göreceği varsayılan durumlarda, hatta böyle bir durumun oluşmasından ‘huylanıldığı’ anda devreye girebiliyor. Devletçi hassasiyetin kariyer açısından önemli hale geldiği ülkeler ve dönemlerde, birçok yargıcın bu tür ‘huylanmaları’ çok daha fazla yaşayacağını, giderek her vakadan huylanmaya başlayacaklarını tahmin etmek zor değil. Latin Amerika ülkelerinin durumu buna iyi bir örnek…
Diğer taraftan yargının önüne gerçekten çetrefilli davalar da gelebiliyor. Öyle ki devlete karşı suç işlemiş olduğu tespiti yapılmış birinin mahkum edilme süreci bizzat devleti açığa düşüren bir işleme dönüşme istidadı gösterebiliyor. Diğer deyişle suç isnat edilen kişinin mahkum edilmesini isteyen devlet… Ama o kişi mahkum olduğunda zarar görecek olan da devlet. ‘Devlet sırrının ifşası’ içerikli davaların hemen hepsi böyle bir özelliğe sahip…
Olayın iki yönü var… Siyasi açıdan bakıldığında sorumluluğun yürütmeye ait olduğu öne sürülebilir. Eğer dava açılması ve zanlıların suçlu bulunarak mahkum edilmesi, nihayette devlete zarar verecekse yürütmenin bu yola hiç girmemesi gerektiği söylenebilir. Ne var ki böyle bir tutum olası suç fiillerini teşvik etmek anlamına gelir. O nedenle ilgili hükümetler bu ikilemde sıkışmaktansa dava açılmasını isteyeceklerdir.
Soruşturma başladığında yargı da benzer bir ikilemle karşı karşıya kalır. Eğer suçlu gördüğü kişileri mahkum etmezse bu suçu teşvik ederek devlete zarar verecektir. Ancak o kişileri mahkum ettiğinde de ‘devlet sırrının ifşası’ eyleminin gerçekleştiğini kayda geçirmiş olacaktır. Yani faillerin ‘gerçekten de’ bir devlet sırrını açığa çıkardığına ilişkin hüküm verilecek, böylece devletin ‘sır’ olarak saklamak istediği şeyin bir anlamda kamuoyuna itiraf edilmesine vesile olunacaktır…
Demokrasiler bu ikilemden kaçmak bir yana, onu ‘koruma’ eğilimi gösterir. Çünkü demokrasilerde hem devletin elinde eşitsiz bir güç bulunur, hem de ‘gerçekte’ ona kimin hakim olduğunu da her zaman denetlemek mümkün olmaz. Dolayısıyla devletin sırlarının bilinebilir olması bile demokratik bir gözetim unsuru olarak değerlendirilir.
***
Bizde ise durum daha karmaşık… Örneğin Enis Berberoğlu’nun mahkumiyeti ile biten dava da bu türden bir ikileme sahip ve uzun vadeli sonuçlarını öngöremiyoruz. Çünkü Berberoğlu’nu mahkum etmek, aynı zamanda ona atfedilen eylemin ‘içeriğinin’ gerçek olduğunu öne sürmeyi gerektirebilir. Nitekim kararın gerekçesinde, aynı haberi daha önce yayımlayan Aydınlık gazetesinin ‘devlet sırrını ifşa etmediği’ oysa Cumhuriyet’teki yayının bunu yaptığı söylenmekte. Bir yanda devlet sırrını afişe edenin cezalandırılması isteği, diğer yanda ceza ile birlikte devlet sırrının resmen afişe edilmesi… Hangisi daha zararlı, bilmek gerçekten zor… Özellikle demokrasiyi esas olarak bir seçim yöntemi olarak algılayan devletçi yönetim geleneğinin mirasçısı olduğumuz için.