Cumhuriyet’i Osmanlı ile süreklilik içinde ele aldığımızda, devletle olan ilişkimizin neredeyse bir sabite olduğunu düşünebiliriz. Her zaman bizden uzak, bizim üzerimizde, bize ne olmamız, yapmamız ve hatta düşünmemiz gerektiğini söyleyen, başa çıkılamayacak bir güç… Böyle bir güce mahkumsanız sonuçta ona rasyonellik, adillik, giderek bilgelik gibi vasıflar atfetmek istersiniz. Hele o gücü kimliğinizin ve özgürlüğünüzün koşulu olarak görüyorsanız… Öte yandan o güçle hiçbir zaman fazla yakın olmak da istemez, hayatınızı olabildiğince ondan sakınırsınız.
Söz konusu ikircikli duygu bu ülkede sivil siyasetin özelliklerinden biri oldu. İktidarlar bir yandan ‘devletle’ iyi geçinmek, ona yaranmak, onun tarafından kollanmak üzere tutum aldılar. Diğer yandan da araya mesafe koymaya, kendilerini korumaya çalıştılar. Kaçınılmaz olarak sırtımızda taşıdığımız, vazgeçemediğimiz, kaybetmekten korktuğumuz ve bu nedenle gücünü koruyan bir anomaliydi devlet...
***
Bu garip denge son on beş yılda büyük bir kriz yaşadı. AK Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte ülkede ‘temel çelişki’ ne Kürt meselesi ne de bir başkası oldu. Asıl çelişki ‘devlet’ ile AK Parti arasındaydı. ‘Devlet’ ideolojisi, elit yapılanması, mobilizasyon sistematiği ve bürokratik mekanizması ile sivil iktidar üzerinde vesayetini sürdürmek üzere saldırıya geçti. Bu süreçte muhalefet ‘devletten’ yana durdu, çünkü çeperden gelenler karşısında bu onların devletiydi… AK Parti ise sırtını savunma psikolojisi ve stratejisine dayadı. Böylece siyasette iletişim durdu, kutuplaşma yerleşti ve Meclis kadük oldu. Kabaca 2011’e kadar olan bu sürede esas ‘suçlu’ muhalefetti…
Sonrasında AK Parti ‘devletle’ dengeyi kurdu, ama ‘ustalık’ hayali altında aynı gerilimi sürdürmeyi, parlamentoyu araçsal hale getirmeyi tercih etti. 2011-15 arası dönemin siyasi sorumluluğu bu nedenle esas olarak AK Parti’nindir… Gezi ve 17/25 bu tutumu meşrulaştırdı ama iktidarın tepkisi de siyaseti boğdu. Eğer partiler arası işlevsel bir iletişim sistemine sahip olunsaydı ne Gezi ne de 17/25 böylesine bir tehdide dönüşebilirdi.
***
Şimdi farklı bir noktadayız. Gülenci darbe girişiminin en hayırlı sonuçlarından biri herkesin devlete yeni bir gözle bakmasını sağlamak oldu. Devletin ne denli savruk ve beceriksiz bir yapılanmaya sahip olduğunu, zayıflığını gördük. Ancak daha kritik olarak devlete atfettiğimiz bazı ideolojik ve kimliksel özelliklerin çoktan buharlaştığını, geriye neredeyse ruhsuz bir varlık bıraktığını idrak ettik. İçine aldığı kişileri kendi kimyasında şekillendiren bir devlet yoktu… Aksine içine giren kişilerin devletin kimyasını istediği gibi şekillendirebildiğini gördük.
Gülen’i toplumun kötücül yanının gücün peşinde koşması olarak kavramsallaştırmak mümkünse, bu girişimin devleti ele geçirmeye çalışıp sonuçta onu hızla ‘çürütmesi’ de belki kaçınılmazdı. Bu anlamda Gülenciler yüzyıllık parantezin kapanmasına ironik bir katkı sunmuş oldular…
***
AK Parti ‘devletin’ muhalefetin ve laikçi geleneğin devleti olmadığını, muhalefet ise bunun AK Parti veya Erdoğan’ın devleti olmadığını gördü. Devlet ‘boşaltılmış’ haliyle karşımıza çıktı ve artık bize karşıt olan birilerine ait de değildi. Dolayısıyla belki de nihayet bizim, hepimizin devleti olabilecek kıvama gelmişti…
Tarihsel olarak bakıldığında ve ölümlerin acısı bir an için unutulduğunda, Gülencilere teşekkür de edebiliriz… Onlar olmasa belki de bu devlet böylesine ‘hepimizin’ olmayacaktı.
Not: Fırat Kalkanı’nı Gülenci askerler geciktirmiş. Olabilir… Yapılmasın diye uğraşmışlardır. İyi de, komuta kademesinin geri kalan yüzde yetmişi ne yapmış?