Geçen hafta Cuma günkü yazıda AK Parti’nin çatışma çözümünde kritik olan sekiz ilkede tutarlı davrandığı irdelenmiş, Pazar günkü yazı ise mütereddit kalınan, zaman içinde konjonktüre göre savrulma eğilimi gösterilen dört ilkeden ikisini ele almıştı. Bugün hükümetin ikircikli tutum izlediği diğer iki hususa bakalım…
Bu kategori içinde değerlendirilmesi gereken üçüncü ilke ‘ortak sorun, ortak kader’ anlayışı ile hareket etmek… AK Parti bu kaygıyı uzun süre taşıdıysa da son dönemde bu bakıştan tamamen uzaklaştı. Farklılık Suriye’nin öne çıkması ve PKK’nın PYD üzerinden özerklik arayışı ile ortaya çıktı. Meseleyi bir iç siyaset konusu olarak gördüğü sürece ‘ortak kader’ vurgusunu kendisine yakın bulan hükümet, konu dış siyasetin alanına kaydıkça işkillenme eğilimi gösterdi. Hele Suriye’deki gelişmelerle birlikte Kürt meselesi bir uluslar arası oyun alanı olarak işlevselleşmeye başladığında geride ne ortak sorun, ne de ortak kader kaldı. Bu değerlendirmesinde AK Parti’nin haksız olduğunu iddia etmek de mümkün değil. Gerçekten de PKK sorunu artık daha geniş bir coğrafi bölgede tanımlamaya başlarken, Türkiye’yi de doğal ya da vazgeçilmez bir kader ortağı olarak algılamaktan uzaklaştı. Ne var ki hükümetin kendi stratejisini salt PKK’ya tepki üzerinden oluşturması, Türkiye’deki Kürt toplumunun da bir miktar yabancılaşması ile sonuçlandı. Kobani’nin Kürtlerin anlam dünyasında kırılgan bir hafızaya denk düştüğü idrak edilemedi. Türkiye’nin olaya mesafe alan bir hakem değil, fedakar bir oyuncu olması gerektiği bir tarihsel anda hükümet ‘soğuk’ kaldı ve sonrasında çıkan olaylarda da kaçınılmaz olarak asayişçi bir tutum almaya zorlandı. Böylece sorunun da, kaderin de ortak olmadığı izlenimi beslendi ve bu da çözüme gidişi büyük ölçüde zora sokan bir psikolojiyi harekete geçirdi.
***
Dördüncü ilke ise epeyce basmakalıp bir düstura işaret ediyor: Görüşme dinamiği içinde bir güven ortamının yaratılması… Bunun üç unsuru olduğu söylenebilir: Birbirini tanıma, ötekine saygı ve birbirini anlama. Doğal olarak kritik hususlardan biri görüşmeyi ‘doğru’ insanlarla yapabilmek, çünkü kasıtlı olarak kötü niyet sergileyen kişilerle güven ilişkisi kurmak mümkün olamaz. Bu ise sizin elinizde değil… Karşı tarafın görüşmecilerini seçme imkanınız genellikle çok kısıtlıdır. Ancak iktidarın bu alanda ilginç bir kozu vardı: Öcalan. Görüşmeler doğrudan Öcalan’la değil de, onun iç denge ve mülahazalara göre seçtiği kişilerle yapılsa daha verimli olabilirdi. Öte yandan görüşmecilerin kim olduğunu bir yana bırakırsak, asıl mesele görüşmelerin bir ‘pazarlık’ çekişmesi olmayıp, bir ‘çözüm takımı’ olmaya doğru yönlenme anlamı taşıdığını idrak etmekten geçiyor. Oysa her iki tarafın da buna uzak olduğunu söylemek herhalde çok yanlış olmaz. Yine de hükümetin böyle bir ilkeden yana olduğunu, çözümün ancak böyle gerçekleşebileceğini öne sürebilmesi Kürt toplumundaki manevi hasarın telafisi açısından çok işlevsel olabilir ve görüşmeciler üzerinde olumlu bir baskı unsuru yaratabilirdi.
***
Tam olarak gerçekleştirilemeyen ve giderek uzaklaşılan bu dört ilkeye baktığımızda AK Parti’nin ve devlet mekanizmasının dört zaafı ortaya çıkıyor: Kolaya kaçma; zorlandığı zaman esnekliğe meyletmek yerine katılaşma; öngörülerde eksik ve yüzeysel kalınırken, hareket etmekte ise gecikme; ve son olarak ataerkil zihniyet kalıplarının dışına çıkamama. Bu zaafları tümden AK Parti’ye mal etmek haksızlık olur. Ancak AK Parti’nin de söz konusu ayak bağlarını aşmakta yetersiz kaldığını görmemiz lazım…