Büyüme oranının yüzde 5’in üzerinde çıkması, hükümetin sorunlarla yüzleşmeyi bir süre daha ertelemesine neden olabilir. Geçen yıl üçüncü çeyrekte 0,8 küçülme yaşandığını dikkate alırsak, önümüzdeki çeyreğin büyüme oranı daha da ‘parlak’ olacak ve bu yanılsamanın sürdürülmesini sağlayacaktır. Soru bu büyüme oranlarının seçime kadar taşınıp taşınamayacağı, ve bunun için ödenen ekonomik bedelin seçim dönemi yaklaştığında hala gizlenip gizlenemeyeceği…
Ekonomi giderek kritik bir unsur haline geliyor, çünkü hükümetin dış politika, Kürt meselesi ve hak/özgürlük alanında bir başarı hikayesi üretme ihtimali gözükmüyor. Dolayısıyla seçime gidilirken ekonomide bir ‘yeniden yükseliş’ olmasına ihtiyaç var. O nedenle hükümet büyüme oranını yüksek tutmak uğruna her türlü maliyeti ödemeye hazır bir görünüm sergilemekte. Ne var ki bu maliyetin bir bölümü kısa vadede politika değişikliği ile telafi edilebilir olsa da, diğer bölümü ülkeyi yapısal bir kısır döngüye taşıyor.
***
Nitekim dış ticaretten gelen ‘sağlıklı’ yüzde 2’lik bölüm dışında, sanayi üretimindeki gelişmeye rağmen halen tüketim ve kamu harcamaları ağırlıklı bir büyümeye sahibiz. Avrupa ekonomisinin elverişli durumu ve Trump’ın doların tüm paralar karşısında düşmesine neden olan tutumu sayesinde, dış ticaretin büyümeye katkısı bu seviyede tutunabiliyor. Ancak dolarda yukarı yönlü bir sıçramanın büyümedeki olumlu tabloyu bozabileceğini öngörmek durumundayız.
Öte yandan Türkiye ekonomisi için asıl tehlike ‘dışarıdan’ gelmiyor… Aksine ekonomi yönetimindeki tercihlerin adım adım sistemi yapısal bir kriz ortamına taşımasıyla alakalı. Uzun bir zamandan sonra ilk kez hem bütçe açığı hem de cari açık veriyoruz ve her iki açık rakamı da artış trendi gösteriyor. Bu, ülkenin AK Parti öncesi duruma dönmekte olduğunun işareti. Nitekim Söz konusu büyümeye rağmen Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla halen 2015 yılının gerisinde. Çünkü döviz kurlarındaki artış engellenemiyor: Bu yılın başında dolar ve avroyu eşit birleştiren döviz sepeti 3,10 Tl iken şu an 3,75… Devlet her ay için öngörülenin üzerinde borç para arayışına giriyor ve bizim ayarımızdaki ülkelere oranla neredeyse iki misli faiz ödeniyor… Ne var ki doğrudan yabancı yatırımlar düştüğü gibi, yabancı yatırımı stoku da düşüyor.
Bütün bu verilere ilaveten önlenemeyen bir enflasyon gerçeği ile karşı karşıyayız... Tüketici enflasyonunun yüzde 10 civarında dalgalanması aldatıcı. Çekirdek enflasyon yüzde 10’un üzerinde yerleşik bir görünüm arz ederken, asıl tehlike üretici fiyatlarında gözüküyor. Burada oranlar son dönemde hızla 15’ten 18’e doğru tırmandı. Ara mallarında ise fiyat artışı yüzde 22’yi buldu. Bu yüksek fiyat artışlarının belirli bir gecikme ile tüketiciye yansıması kaçınılmaz. Bu ise özellikle seçim döneminde yüksek bir siyasi bedeli ima edebilir.
Nihayet hükümetin ‘namus’ meselesi yaptığı faiz meselesi, tam bir yenilgiyi ifade ediyor. Politika faizi herhalde kendi psikolojimizi tatmin etmek üzere düşük tutulurken, Merkez Bankası her gün yüzde 12,5 oranla bankaları fonluyor. Mevduat faizleri 14, kredi faizleri 17 seviyesinde… Doların düşmesine ve Kredi Garanti Fonu desteğine rağmen faizler yükselmeye devam ediyor. Gelinen noktada Merkez Bankası bu oranı daha da yükseltmek zorunda kalacaktır…
***
Böyle bir ortamda yatırım yapılamaz… Faizler yüksek seviyede olduğu için değil. Ekonominin yapısal olarak tıkanmaya doğru gitmesi, yönetimin bu gidişe engel olamaması, siyasi tercihlerin ise bu gidişi doğrudan desteklemesi nedeniyle. OHAL ve popülizm ekonomiyi 90’lı yıllara geri götürüyor…
Buradan büyük bir kriz çıkmaz, ülke batmaz… Ayrıca Türkiye kendi doğal dinamiği ile de zaten yılda yüzde 3-4 büyür… Ama ülkenin potansiyeli ve çok verimli bir dönemi boşa harcanırken, gelecekteki muhtemel ‘yükseliş’ de ipotek altına alınmış olur.