Demokrasi birçoğumuz için normatif, yani neyin iyi ve doğru olduğunu söyleyen bir kavram. Oysa gerçekte öyle değil… Demokrasi bir toplumun yönetilme ya da kendini yönetme biçimlerinden biri ama o süreçte alınan kararların niteliği hakkında hiçbir şey söylemeyen de bir rejim. Diğer deyişle demokrasi size iyi ve doğru karar almayı garanti etmiyor. Sadece size ‘kendi’ iyi ve doğrunuz doğrultusunda başkalarını etkileme, ikna etme ve belki karar aldırma şansı veriyor. Ama herkesin farklı iyi ve doğrularının olduğunu düşünürsek, sonuçta gerçekten ‘iyi’ ve ‘doğru’ya ulaşmış olup olmadığımızı bilmiyoruz.
Zaten işin devrimci yönü de, gerçek ‘iyi’ ve ‘doğru’ya ulaşıp ulaşmama kriterinin anlamlı olmaması. Çünkü bu tamamen göreceli bir tercih… Dolayısıyla eğer hasbelkader yönetimde olan birileri din, milliyetçilik veya herhangi bir ideoloji adına sizden belirli bir ‘iyi’ ve ‘doğru’yu sahiplenmenizi isteyip o yönde baskı kurabiliyorsa, bilin ki orada demokrasi yoktur.
***
Çıktılarının esnek olması demokrasinin her ideoloji içinde kullanılabilmesine neden oldu. Zaman içinde liberal, sosyalist, İslami ve radikal tipleri ile karşılaştık. Her zihniyet kendi meşrebine göre bu kavramı ‘ehlileştirip’ ideolojik çıkınına ekledi. Birçoğu onu bir yöntem olmaktan çıkararak belirli ‘iyi’ ve ‘doğru’ların temsilcisi gibi sundu. Böylece herkes kendi demokrasisini ‘asıl’ sayıp, diğerlerini yozlaşma olarak görebildi.
Sistemlerin değişim dinamikleri karşısında aciz kaldığı bir dönemden geçerken, demokrasinin ‘kendisine’ geri dönmenin de zamanı… İyi ve doğrunun bilinmediği ya da herkes için değiştiği ve her an değişebileceği bir ortamda, toplumsal açıdan iyi ve doğruyu nasıl bulabiliriz? Açıktır ki bu ancak konuşarak, tartışarak ve kararları etkileme imkanına sahip olarak mümkün. Öte yandan sağlıklı tutum almak için konuşmanın bilgiye dayanması ve herkesin birbirini duyabilmesi de şart. Diğer deyişle devleti de içine alan bir şeffaflık gerekiyor.
Böyle bir ortak karar alma dinamiğini rastlantısal etkenlere bağlı kılmak verimliliği azaltacağı için, söz konusu ‘konuşma mekaniğini’ kurumsallaştırmanız lazım. Bu da sivil toplumun gelişmesini, ama daha önemli olarak devletle toplum arasında bütünleşme ve geçişlilik yaratabilen kurumların oluşmasını ima ediyor. Kısacası demokrasi denen rejimin işleyebilmesi için, kamusal alanın kurumsallaşması ve demokratik şekilde yönetilmesi gerekiyor.
***
Eğer kamusal alandan esas olarak ‘topluma ait’ bir hareket alanının varlığını anlıyorsak, devletin oradaki gelişmelere ve değişen toplumsal tercih ve taleplere göre kendisini yeniden yapılandırdığı, yani devletin topluma uyum zorunluluğu hissettiği bir rejimden söz ediyoruz demektir. Bu durumda demokrasi kavramında ifadesini bulan usul ve normlar desteklenip pekişir.
Ama ya bizdeki gibi ‘kamusal alan’dan esas olarak devlete ait bir güç ve yaptırım imkanını anlıyorsak… Kamusal olanı eşdüzeyli değil, hiyerarşik olarak tasavvur ediyor, o alana katılacak toplumun doğal çoğulculuğunun bastırılıp homojen kılınmasını doğal sayıyorsak? Açıktır ki buradan bir demokrasi çıkmaz. Siyasi partilerin, seçimlerin olması teknik açıdan demokrasiyi akla getirse de, bu rejimin gerekli koşulu toplumsal kararların meşruiyetini azami kılan özgürlük, bilgilenme ve etkileşim ortamının varlığıdır. Bu zemin üzerinde kalındığı sürece siyasi partilerin veya takvime bağlanmış seçimlerin işlevi önemsizleşir. Her toplum kendi kararlarını nasıl almayı daha uygun buluyorsa o yöne meyledebilir…
Eklemek belki abes ama maalesef ülkemiz açısından elzem… Demokrasilerde hukuk da toplumsal değişimi referans alarak ilerler, kamusal alanın özgürlük, bilgilenme ve etkileşme imkanını korumayı ve genişletmeyi amaçlar. Devletin ideolojik/siyasi tercih ve isteklerini kendisine kıble yapan bir hukuk anlayışının demokrasi önünde sadece engel oluşturduğu açıktır...
Tabi ki istiyorsak bu arada kendimize demokrasi demeye devam edebiliriz... Ama galiba ‘bu nasıl bir rejim’ diye düşünmeye başlamanın da zamanı.