Terörle uğraşan bir ülke olarak şiddetin yüzeysel sendromlarını ortadan kaldırmakla yetinmemek gerektiğini biliyoruz. Popüler deyimle sivrisinekleri yok etmeye çalışmaktansa, onların beslendiği bataklığı kurutmak tabi ki daha akılcı. Ancak nedense o bataklığın nasıl ve niçin oluştuğuna dair soru sormaktan çok hazzetmiyoruz. Sanki birileri gökten inip, ya da bir gece gizlice sınırlarımızı aşıp bataklığı bir anda oluşturmuş gibi… Dolayısıyla ister PKK veya DHKP-C ya da IŞİD veya FETÖ olsun, her biri ‘dış saldırı’ bağlamı içinde algılanıyor ve ‘üst akıl’ kolaycılığı üzerinden açıklanmış muamelesi görüyor. Ne de olsa bu kadar farklı kültürel, kimliksel ve ideolojik örgütü somut verilere dayanarak tek tek ‘dış iradeye’ bağlamak pek kolay değil…
***
Oysa bunlar insanı, zihniyeti ve kültürüyle ya büyük çapta bu ülkenin ve toplumun ürünü, ya da farklı bir coğrafyada ortaya çıksalar bile bizim kültürümüzle organik bağlar oluşturma özelliğine sahipler. Bu nedenle söz konusu sorunları sınırlarımızı tahkim ederek, herkese karşı dik durarak veya birlik beraberlik içinde dünyaya gözdağı vererek çözemeyiz. Halen var olan bataklıkları sonuna dek kurutsak dahi bataklıkların sonu gelmeyecek. Çünkü bu dinamik bir süreç… Biz bataklıkları yok etmeye çalışırken, onların zaten ortaya çıkmasına neden olan ortam ve koşullar bazen aynen, bazen biçim değiştirerek süregeliyor. Bir yandan kururken, bir yandan yeniden oluşuyorlar.
Sorunu çözmenin yolu bataklıkların ‘bize’ ait olduğunu kabullenmekten geçiyor. Bu ise kendimize ‘anlamak’ üzere açık yüreklilikle bakmayı gerektiriyor. Eğer doğruların var olduğuna ve bu doğruları zaten bildiğinize eminseniz, anlama ihtiyacınız da yoktur… Zihninizdeki doğrulara aykırı olan her şey zararlı kategorisine girer ve bir an önce bünyeden atılması gerekir. Terörle savaşın sıradan mantığı bu varsayımdan beslenir. Örgütlü şiddet eğilimi gösteren grupların fiziksel olarak yok edilmesi sivrisineklerin imhasıdır. Para, bilgi ve organizasyon yeteneklerini yok ettiğinizde, ya da insanlara iş imkanı yarattığınızda da bataklığı kurutmuş olduğunuzu sanırsınız.
***
Ancak bunca insanın bu tür örgütlere dahil olmasının gösterdiği bir gerçek var… Birçok kişi, muhtemelen kişisel özelliklere indirgenemeyecek nedenlerle, söz konusu örgütleri anlamlı ve hatta ‘cazip’ buluyor. Yani bu örgütlerin tatmin ettiği toplumsal ihtiyaçlar var ve bataklık dediğimiz olgu bu ihtiyaçların tatmin olmamış olmasıyla yakından alakalı. Ayrıca birçok kişi yaşadığı hayatın ‘eksik’ olduğunu ve bu eksikliğin adaletsizlikten beslendiğini düşünüyor. Bazıları ise yaşanan hayatın eksikliğine razı olmanın ancak ileride oluşacak bir altın çağ için çaba sarf edildiği takdirde anlamlı olduğuna inanıyor. Sonuçta işin kökü o ‘eksiklikte’ yatıyor…
Eğer bakışınız bataklıkları kurutma misyonuyla sınırlıysa o bataklıkların sürekli kendilerini yenileyeceklerini ve bu arada yeni bataklıkların çıkma ihtimalinin de çok yüksek olduğunu akılda tutmak lazım. Çünkü ‘bataklık’ dediğimiz biraz da biziz…
***
Ama eğer kendi toplumunuzu ve kültürünüzü anlayıp tanımak üzere gayret gösterirseniz, bir ihtimal bu olumsuz gelişmeleri asgariye indirebilirsiniz. Bunun önkoşulu kendimizi tanımadığımızı baştan kabullenmektir. Hem kendimizle ilgili kanaatlerimiz çoğunlukla uyduruk olduğu için hem de sürekli ve çoğulcu bir değişim süreci içinde yoğrulduğumuz için…
Bildiğini sanan zihni yaklaşımların bu mücadeleyi kazanma şansı sıfır… “Doğruyu bildiğimden hiçbir zaman kesin olarak emin olamam çünkü insanım” demeye hazır olmak lazım. Yani basitçe ‘demokratlık’ denen şeye…