Kamu malları söz konusu olduğunda Türkiye iki uç arasında salınıp duran bir ülke oldu hep… Bir tarafta ‘sattırmayız’ sloganını bayrak yapan devletçiler, diğer tarafta devletin elindekileri piyasaya sunarak rant üretmeye çalışan ‘yağma Hasan’ın böreği’ anlayışındakiler… İki uç tutumun da uzağında kalmak, özelleştirme meselesini ilkesel bir temele oturtmak ve ülke için rasyonel kararları şeffaf biçimde vermek bizim kültürümüzün aşina olduğu bir davranış değil. Nitekim zaman zaman işi doğru yapmak isteyenlerin de üzerinde öylesine baskı kuruldu ki, denetime izin vermeyen özelleştirme koşullarında yapılan satışlara, ya da zamanlaması yanlış yapıldığı için yok yere ucuza elden çıkarılan örneklere tanık olduk.
***
AK Parti bu alanda da ilk on küsur yıllık iktidarında olabildiğince basiretli bir görünüm çizdi. Özelleştirmenin önündeki ideolojik engeller aşıldı, bu alanda plan programa dayalı bir strateji oluşturuldu, açık ihale uygulaması alışkanlık haline geldi ve konu uzun vadeli perspektif içine alınarak genel ekonomi yönetimi çerçevesi içine oturtuldu. O yıllar AK Parti’nin ekonomi yönetiminde rasyonelliği öne çıkardığı, popülizmi mahkum ettiği yıllardı. Seçim kazanma hedefinden hareketle ekonomik değerlerin ve ölçütlerin araçsallaştırıldığı yıllar değildi…
Ne yazık ki bir yandan AK Parti içindeki yetki temerküzü, diğer yandan Erdoğan ve çevresine yönelik tehdit ortamının derinleşmesi ve nihayet en az yüzde elli almayı gerektiren bir yönetim sistemine geçilecek olması söz konusu tabloyu büyük ölçüde değiştirdi. Her şeyden önce AK Parti’nin ülkeye, ekonomiye ve bu bağlamda özelleştirmeye yönelik uzun vadeli bakışı gitti, yerine kısa vadede siyasi hedefleri sağlayabileceği düşünülen bir yaklaşım geldi. İkinci olarak rant üreten popülist tedbirler siyasi hedeflerin elde edilmesinde çare olarak görülmeye başlandı.
Böylece bürokratik mekanizmanın ‘yaptım oldu’ tavırlı acilci bir çizgi izlemesinin önünü açılırken, merkezi yönetim de bunu destekledi. Başbakan’ın başkanlığındaki Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun geçenlerde aldığı kararlar, gelinen nokta açısından iyi bir örnek.
Datça, Bodrum, Manavgat, Antalya, Alanya ve daha bir dizi kentin içi ve çevresinde Hazine arazileri özelleştiriliyor.
Bunlar arasında en fazla tepki çekeni Datça’nın Kargı koyu çevresindeki 560 bin metre karelik arazinin, yarısı konut olmak üzere imara açılması. Aslında bu alana ait referans imar planı 2005 yılına ait. Ancak 2016 Ekim’ine kadar herhangi bir adım atılmamıştı. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) geçen yıl gönderdiği uygulama imar planı ise, önerilen konut miktarının ölçütleri ihlal etmesi nedeniyle Datça Belediyesi’nin itirazı ile karşılaşmıştı. Şimdi ÖİB üzerinden yasal miktarın yüzde on fazlası konutu mümkün kılan bir düzenleme yasalaştırılmış oldu…
***
Burada üç kritik nokta var. Birincisi ÖİB 2016 yılında Datça Belediye’sinden görüş istemesine karşın, bu sefer (standartlar hâlâ ihlal ediliyor olmasına rağmen) öyle bir ihtiyaç duymamış gözüküyor. Belki de kendilerini o kadar milli görüyorlar ki yerlinin fikrine muhtaç hissetmiyorlardır. İkincisi, AK Parti iktidarının bizzat kendi koymuş olduğu çevre normlarını, konut/yeşil alan oranını ihlal etmesine tanık oluyoruz. Öyle ki eğer Belediye rıza gösterse (2016 planının gösterdiği üzere) bu ihlali yüzde 30’a çıkarma niyetinde… Üçüncüsü, hükümet bu işi (kar etmekten başka amacı olmayan ) ÖİB üzerinden yaparak söz konusu alanın Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer almakta olduğu gerçeğini de yok saymış oluyor. Buna ilişkin kriter ve planlara tabi olmamak için meseleyi salt gelir elde etme mantığına oturtuyor ve ülkenin en değerli doğal habitatlarından birini sanki rantabl olmayan bir işletmeyi elden çıkarırmış gibi imara açmak istiyor.
Bu özelleştirmenin nasıl yapılacağı ve kime ne sağlayacağı bir yana, böyle bir noktaya gelinmesi acaba muhafazakâr alemde ahlaki bir sorgulamayı hak etmiyor mu?