Renkler ne güzel. Ne güzel sesler. Hikayeler başka başka, kişiye özel dertler.
Herkes mutlaka vuruluyor ama yaralar bile başka desen taşıyor. Sezai Karakoç hemen aklımıza geliyor:
“İnsandan insana şükür ki fark var”
Yine de insan başkalarına benzemek istiyor. İçinde kocaman yalnızlık var, herkes ona benzerse biter sanıyor.
Ya da dünyaya kalabalık ve güçlü bir cevap vermek istiyor. Büyük bir kitlenin içine girip güçlü olmak istiyor.
Başka da sebepleri vardır elbet; insan karmakarışık, saymakla bitmiyor. Fakat en nihayetinde insan, kendini ölçüp açmazlarını bildikçe gelişiyor. Yaralı olmak yaralamayı gerektirmiyor.
İnsanlar bu çağda kamusal alanda iktidar olma mücadelesini hâlâ sürdürüyor. Kamusal alanın icadından beri süregelen bu mücadelenin artık bir şekilde aşılması gerekiyor. İnsanlığın gelişimi için kritik eşiklerden biri bu. Kamusal alanda iktidar olma fikri çok renkliliği, ifade hürriyetini ve düşünce gelişimini baltalıyor. Sanatın kökünü kurutuyor.
Türkiye, kamusal alanı adil bölüşme konusunda hiç iyi bir sınav vermiyor. Yüzleşmeliyiz bununla artık.
Hepimiz insanlığın refahı için en uygun çözümün kendimizde olduğunu düşünüyoruz. Bundan daha doğal ne olabilir ki? İnsanların daha iyi bir yaşam için bizim gibi düşünmesini ve yaşamasını istiyoruz. Bu da normal karşılanabilir. Fakat tüm bunları nasıl sağlamak istiyoruz, asıl mesele burada başlıyor.
Sokakta, ekranda, sahnede, kürsüde, çarşıda, pazarda nasıl davranılanacağına dair keskin yargıları var birçoğumuzun. Yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyleri önlemek için iletişimi ve daveti değil tahakkümü ve işgali seçiyoruz. Siyasal iktidarı ele geçirip kamusal alanı işgal etmenin yollarını arıyoruz.
Üstelik çoğumuz işgalci bir zihin yapısına sahip olduğumuzun farkında bile değiliz. Çünkü bu kalıplar giydirildi bize. Yaşam tarzı üzerinden kavga eden ve kamusal alanı tektipleştirmeye çalışan bir toplumun içine doğduk. Doğduk derken bir yaş grubunu kastetmiyorum, bugün hayatta olan ve Türkiye’de yaşayan herkes bu kısır tartışmanın içine doğdu.
Bu tartışma bir sonuca varmayacak, bu çok açık. Bu tartışmayı çözmenin tek yolu onu terk etmektir. Herkesin aynı yaşam pratiklerine ve değer yargılarına sahip olmasının hiçbir zaman mümkün olmadığını kabul etmeliyiz. Tahakküm kurarak hiçbir düşünme biçiminin veya yaşam tarzının kalıcı şekilde genişleyemeyeceğini, aslolanın davet olduğunu artık görmeliyiz.
Oturup cesurca düşünelim, bize doğru gelmeyen tavırlarla nasıl mücadele ediyoruz? Onlara ne teklif ediyoruz? Yok edici, işgalci, tektipçi düşündüğümüz yerler var mı? Şapkayı önümüze koyalım, çuvaldızı kendimize batıralım. Davete, sivilliğe, teklife dayanan tartışma iklimini inşa etmenin imkanlarını arayalım. Kamusal alanı paylaşma sınavını en görünür şekilde verdiğimiz Ramazan ayı belki de bunun için en doğru zamandır.
Biz başlayalım, gerisi mutlaka gelir.