Koronavirüsü en iyi tanıyan, ancak 4 yıl önce KHK ile ihraç edildiği için hiçbir bilimsel çalışmaya katılamayan Doçent Dr. Mustafa Ulaşlı’nın devlet yetkililerine yaptığı “Bu virüsün genetiği konusunda belki de benim kadar çalışan kimse yoktur.
Bu mücadeleye katılmak istiyorum” çağrısını görünce, “147’ler Olayı” ve bu hadise üzerine Milli Birlik Komitesi üyelerinden Orhan Erkanlı’nın yazdıkları aklıma geldi.
Ölümcül korona virüs salgınına karşı mücadele verdiğimiz bu dönemde, koronavirüs uzmanı Mustafa Ulaşlı serüveni, hem bilimden yararlanmamak hem de hukuk sorunlarımız bakımından oldukça dikkat çekici…
***
Bugün hiçbir bilimsel çalışmaya katılmasına izin verilmeyen Doç. Dr. Mustafa Ulaşlı,
ABD Princeton Üniversitesi’nde 3 yıl, Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’nde 4 yıl koronavirüs üzerine çalışmış. Her iki ülkeden de vatandaşlık hakkı kazanmasına rağmen “Türkiye’de öğrenci yetiştirmek istiyorum” diyerek bu hakkından faydalanmamış.
1 Eylül 2016’ta Gaziantep Üniversitesi Tıbbi Biyoloji Ana Bilim Dalı ve Genetik Bölümü’nden KHK ile ihraç edilmiş. Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğü Ulaşlı hakkında “Silahlı örgüte üye olma” suçlamasıyla ihbarda bulunmuş. Bu ihbarın ardından Ulaşlı hakkında soruşturma başlatılmış. Başlatılan soruşturma “Kovuşturmaya yer olmadığına dair” kararla sonuçlanmış.
Hakkında “Bank Asya’da hesabı olmak” dışında herhangi bir delil yok. Dava dosyasında, Ulaşlı’nın Bank Asya hesabında bir hesap hareketliliğinin olmadığı da yazılı.
Kovuşturmaya gerek yok kararına rağmen KHK ile ihraç kararı orada duruyor. OHAL Komisyonu, mahkemenin “kovuşturmaya gerek yok” kararına rağmen “iltisak var” demiş. Ulaşlı’nın dava süreci devam ediyor. Normal hukuk devleti kurallarınca hukuka aykırı bir durumu yok Ulaşlı’n.
Bütün dünya ülkeleri bu ölümcül felaket karşısında ellerindeki bütün imkanları, bütün fırsatları kullanmaya çalışıyor…
Ama bunca bilimsel birikimine rağmen maalesef Türkiye onun koronavirüs üzerine olan uzmanlığından yararlanmıyor!
***
Almanya Başbakanı Angela Merkel dünyanın karşı karşıya kaldığı felaket için şu tanımı yaptı:
“2. Dünya Savaşı’ndan bu yana, şimdiye kadar görülmemiş ciddi bir durumla karşı karşıyayız.”
Bizde Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap “Hong Kong, Singapur olma şansımızı kaybettik. Bundan sonra tüm enerjimizi İtalya olmamaya harcamalıyız” diyor. (18 Mart)
Böylesi bir felaket karşısında “Herkes kendi elindeki bütün imkanları değerlendirmelidir.
Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca, Doçent Dr. Mustafa Ulaşlı’nın şu sözlerine kulak vermelidir:
“Eğer virüsü bir düşman olarak kabul ediyorsanız, düşmanınızın davranışını bilmeden ona göre bir savaş stratejisi belirleyemezsiniz. Ben bu virüse karşı nasıl bir strateji geliştirebiliriz üzerine çalıştım. İşin genetiğini bilirseniz hangi aşıyı, hangi proteini hedefleyeceğinizi bilirsiniz. Çok kıymetli bilim insanlarımız var ama bu virüsün genetiğini benim kadar çalışan kimse yok.”
Şu sözleri üzerine bütün devlet yetkilileri ciddi bir muhasebe yapmalıdır hatta:
“Her akademisyeni bir gökdelen gibi düşünün. Yapıyorsunuz, ona bir imkan sağlıyorsunuz, büyütüyorsunuz, devlet olarak ona her türlü desteği veriyorsunuz, ondan sonra ona diyorsunuz ki: ‘Ben senin kapını kapatıyorum.’ İnsanı üzen şey tam da budur. Bir akademisyen olarak şu anda laboratuvarın başında işimi koordine ediyor olmam gerekirdi.” (19 Mart, Hacı Bişkin, Gazete Duvar)
Ülkemizde hem vaka sayıları artacak hem de ölüm sayıları… Sonuçta artan vaka sayıları strateji güdülüp gece yarısı açıklandığında felaketin boyutu azalmış olmuyor. Devlet, hükümet, Sağlık Bakanı kamuoyuna “Eller kolonya ile temizlenecek”, “Herkes kendi OHAL’ini yapmalı” uyarısında bulunurken bir yandan da bu virüsle baş etmenin yollarına bakmalıdır.
***
27 Mayıs darbesi sırasındaki “147’ler” olayına dönelim.
1960 ihtilalinden sonra, aralarında Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil ve Fuat Sezgin gibi kıymetli isimlerin yer aldığı bilim insanları ‘sakıncalı’ damgasıyla üniversitelerden ihraç edilmişti. Daha doğrusu bilim insanı kıyımı yapılmıştı. Bu kıyım demokrasi tarihimize “147’ler Olayı” olarak geçti.
Milli Birlik Komitesi’nin üyelerinden Orhan Erkanlı, yıllar sonra hatıralarını kaleme aldığı “Anılar… Sorunlar… Sorumlular” başlıklı kitabında “147’ler Olayı” için “Bu ihraçlar ile üniversite çok şey kaybetti” diye yazacaktı.
Erkanlı o günleri şöyle anlatıyor:
“Bir üniversite sorunu vardı. Üniversite ve bürokrasi içinden bir heyet oluştu. Hepsi bir an önce üniversite konusuna eğilmemizi istiyorlar, bizi teşvik ediyorlardı. Üniversite sorununun hallinde, üniversite mensuplarıyla işbirliği yapmamızdan daha tabii bir tutumumuz olamazdı. İki tane kanun önerdiler. 114 sayılı kanunla 147 öğretim üyesi üniversite dışında bırakılıyor, 115 sayılı kanunla da üniversiteye yeni bir düzen getiriliyordu. Konu bizim ihtisasımızın, bilgimizin dışında olduğundan, kanun tasarıları üniversite içinde teşkil eden heyet tarafından hazırlandı, biz de hazırlayanlara tam güvenle inandığımızdan süratle kanunlaştı.” (Sh. 44)
Tarihe kara bir leke olarak geçen bu iki kanunla, 28 ordinaryüs profesör, 59 profesör, doçent ve asistandan oluşan 147 akademisyen üniversitelerden kapı dışarı edildi.
***
Erkanlı, o günlerde nasıl bir ruh hali içinde olduklarını şöyle anlatıyor:
“Her türlü kanaate, inanışa taarruz ediyorduk; solcusunu da sağcısını da atıyorduk. Doğum yeri şarkta olanı Kürtçü diye, namaza gidenleri softa ve gerici diye, kitabı olanı çalmıştır diye, kitapsızları kitapsız diye, talebeye ciddi davrananı kaba ve sert diye, samimi hareket edenleri laubali diye, kızlarla fazla ilgileneni ahlaksız diye damgalıyorduk. Solcu, sağcı, mason, Kürtçü, gerici, cahil, tüccar, kitapsız, politikacı vs. gibi sıfatlar sık sık kullanılıyor, bu barajları aşabilenler içerde kalıyorlardı.” (Sh.45)
Erkanlı, bilim insanlarının tasfiyesi ile ne büyük hata yaptıklarını yıllar sonra anılarında şöyle yazacaktı:
“Aradan yıllar geçtikten sonra, çok büyük tesir altında kalındığını, birçok değerli ilim adamına haksızlık edildiğini itiraf etmek isterim. Sonraki yıllarda bu kanunların hazırlanmasında yardımcı olanları yakından tanıma fırsatını bulunca geçmişteki şüphelerim kuvvetlendi. En hafif ihtimalle müşavirlerimizin oyununa gelmiş, onların kendilerine yer açmak, eski şahsi hesaplarını görmek için giriştikleri oyunlarının aleti olmuştuk. Bazı profesörler, rektör, dekan, kürsü profesörü olmak için çok değerli ilim adamlarını bize harcatmışlardı.” (Sh. 47)
Son olarak Erkanlı’nın “tarih tekerrür ediyor” dedirten şu sözünü de paylaşmalıyım: “27 Mayıs’ı takiben her bakanlıkta idari soruşturmalar başlamıştı. Hakkında ihbar yapılmayan devlet memuru hemen, hemen kalmamıştı.” (Sh.129)
İhraçlar… İhbarlar… Gördünüz mü, ‘at izi, it izine’ sadece sehven karışmıyor, bir de birileri çıkıyor, şahsi hesaplarını görmek için, kendi menfaatleri için ‘it izlerine, at izlerini’ karıştırıyor. Tarih niye var, yanlışların tekerrür etmemesi için değil mi?