Aydın Doğan Vakfı 25’inci Aydın Doğan Ödülü’nü, dünyada araştırması en iyi yapılan ve en güvenilir Covid -19 aşısını geliştirerek salgının seyrini değiştiren Türk asıllı Alman bilim insanları Özlem Türeci ve Uğur Şahin’e verdi.
Türeci ve Şahin’e ödüllerini Aydın Doğan Vakfı Onursal Başkanvekili Sema Doğan takdim etti.
Almanya’nın Mainz kentinde düzenlenen törende vakfın Başkanvekili Vuslat Doğan Sabancı, ödülün verilme gerekçesini ‘onlara çok büyük bir minnet borcumuz’ olduğunun altını çizerek şöyle açıkladı:
“Salgının şu ana kadar yol açtığı can kaybı 5 milyonu aştı; hayal edilmesi bile zor, çok büyük bir rakam. Ama sadece yüzyıl kadar önce, İspanyol gribi 50 milyon can aldı. Üstelik İspanyol gribi zamanında dünya nüfusu şimdikinin dörtte biri kadardı ve insanların dolaşım imkanları bugünün şartlarının çok altındaydı. Bugün, 2021 yılında, pandemi nedeniyle 200 milyon yerine 5 milyon can kaybı yaşandıysa, Türeci ve Şahin gibi bilim insanları sayesindedir.”
Evet, bu iki bilim insanına bütün dünyanın minnet borcu var. Hayatları için hayatlarımız için minnet borçluyuz. İki buçuk yılda salgının 5 milyon hayatı alması bile çok korkunç, ancak bugün bu oran 200 milyon olabilirdi. Eğer bu iki insan 35 yıl boyunca gece gündüz, az yemek yiyerek, ayakta kalacak kadar uyuyarak, sosyal yaşamlarından vazgeçerek, sabırla hayatlarını bilime adamamış olsalardı. İmkansızı mümkün kılacak azim içinde olmasalardı.
Dünya böylesine öldürücü salgın karşısında mucizevi aşıya kavuşamayacaktı.
İşte bu sebeple bu anlamlı ve tarihi öneme sahip ana tanıklık eden gazeteciler arasında yer almaktan büyük bir onur duyduğumu belirtmek isterim. Dahası buldukları aşı sayesinde hayatı kurtulan milyonlar arasında yer alan iki çocuklu bir anne olarak çağımızın bu iki büyük kahramanıyla tanışmamama vesile oldukları ve bizatihi teşekkür etme fırsatını sağladıkları için Aydın Doğan Vakfı’na çok teşekkür ediyorum.
***
Türeci ve Şahin’e ödül vermek isteyen vakıflar, kurumlar olmuş. Bu tekliflerin kimini yaptıkları araştırmalar neticesinde kimini ise hiç araştırmaya, düşünmeye gerek duymadan reddetmişler. Aydın Doğan Vakfı’nın teklifini ise hiç düşünmeye gerek duymadan ‘Aydın Doğan Ödülü’ne layık bulunmaktan büyük bir mutluluk duyduklarını ifade ederek, büyük bir onurla anında kabul edeceklerini söylemişler.
Prof. Dr. Uğur Şahin şöyle anlattı:
“Pek çok yerden teklif geldi. Ancak Aydın Doğan Vakfı olunca bizim için durum çok açıktı. Çünkü Aydın Doğan Vakfı’nın sahip olduğu değerler bizim de benimsediğimiz ve temsil ettiğimiz değerlerle örtüşüyordu. Bu değerler, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, sosyal alanda olduğu gibi toplumsal alanda da bütünsel bir yaklaşımla kültürel ve sosyal kalkınma ve gelişme açısından, özellikle de gençlerin eğitimi ve kız çocuklarının eğitimine verilen önemdir. Bunlar, bizim de kalbimizde paylaştığımız değerler. Bu ödüle bizi layık gördüğünüz için duyduğumuz gurur ve müteşekkirlik duygusunu sizlerle paylaşmak istiyoruz.”
Çağımızın önemli aşısını bularak insanlığa büyük bir katkıda bulunan iki dev isimdeki mütevaziliği görüyor musunuz?
Onlar çağımızın Pastör’ü, Rosalin Franklin’i, Faul Ehrlic’i ama öylesine mütevaziler öylesine mahcuplar ki “küçük dağları biz yarattık” deseler hakları ama ödüle layık görüldükleri için müteşekkir olduklarını söylüyorlar.
O gece orada olsaydınız, onlarla biraz sohbet etme imkanı bulsaydınız, bu sözlerin nezaketen söylenmiş sözler olmadığını, gayet gerçekçi, sahici olduğunu anlardınız.
Taha Akyol dün kaleme aldığı yazısında iki bilim insanını çok güzel tanımladı: “Anadolu’nun herhangi bir ilçesinde iki mütevazi hekim, öyle samimi ve sıcak, ilişkilerinde öyle doğal.”
***
Şahin’i dinlerken 1996 yılından bu yana her yıl kültür, sanat, edebiyat ve bilim alanlarında, ulusal ve uluslararası başarıya ulaşmış kişilere ödül veren vakıf ‘Mainz kentinde o gece’ bence en anlamlı, en değerli, en ayrıcalıklı ödülünü verdiğini düşündüm.
Benim bu düşünceme, daha önce “Aydın Doğan Ödülü”nü almış olan ne Selim İleri, Orhan Pamuk, Nuri Bilge Ceylan, Şener Şen’in ne de bugün hayatta olsalardı merhum Adalet Ağaoğlu’nun, Ara Güler’in, Melih Cevdet Anday’ın, ülkemizin ilk hititoloğu olan tarihçi arkeoloğu Ord. Prof. Dr. Sedat Alp ve yenilerde hayatını kaybeden Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu’nun da itirazı olmazdı sanırım.
Kısmet olursa Özlem Türeci ve Uğur Şahin’in ülkemize, ülkelerine gelecekleri zamanı sabırsızlıkla bekliyorum ve kendilerine milyonlarca kez minnettar olduğumu bir kez daha ifade etmek istiyorum.
FOTOĞRAF: ERTUĞRUL ÖZKÖK
Kemal Kılıçdaroğlu helaleşme yolculuğunda yalnız bırakılmamalı
Mainz gerçekten de özel bir kent. İkinci Dünya Savaşı sırasında 39 kez bombardımana uğramış, kent merkezinin neredeyse tamamı yerle bir olmuş. Tarihi yapılar yok denecek kadar az. Ancak savaştan hemen sonra başlatılan restorasyonla küllerinden yeniden doğmuş.
MS. 990 yılında, Başpiskopos ve Kutsal Roma İmparatorluğu Baş Şansölyesi Willigis’in emriyle yapımına başlanan Mainz Katedrali İkinci Dünya Savaşı’nda neredeyse tamamen yıkılmış. Savaş sonrası yeniden inşa edilen Gotik kilisenin pencerelerini yapması Marc Chagall’e teklif edilmiş.
1887 -1985 yılları arasında yaşayan Marc Chagall Yahudi bir ressam. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da olan Chagall Nazilerin Fransa’yı işgal etmesi ve Yahudileri sürmesi sırasında Paris’ten kaçarak Marsilya’ya oradan da Amerikalı gazeteci Varian Fry’ın yardımıyla önce İspanya ve Portekiz’e oradan da Amerika’ya yerleşti. 1949 yılında yeniden Fransa’ya yerleşti.
Irkçılıkla Mücadele isimli sivil toplum örgütünün kuruluşunda yer alan Chagall, St. Stephan’ın pencerelerinin yapma teklifine uzunca bir süre cevap vermemiş.
Yahudi soykırımı, toplama kampları, gaz odaları, Nazi işgali yaşadıkları aklına gelince irkilmiş Almanya için bir şey yapmak istememiş, içinden gelmemiş. Ancak Chagall Yahudi-Alman uzlaşmasına bir katkı olacağını düşünerek kilisenin pencerelerini yapmış.
İçeriye girdiğinizde vitraylardan süzülen mavi ışıkların Aziz Stephan’ın içini kapladığını görüyorsunuz. 28 yılda kilise için dokuz pencere yapmış Chagall ve son penceresini 97 yaşında tamamlamış. Pencerelerin önemli özelliği Yahudi -Hristiyan bağlılığını gösteren işaretlerin varlığı.
Mainz’in bir özelliği de Yahudi sanatçı Marc Chagall tarafından oluşturulan tek Alman kilisesine sahip olması.
Kiliseyi gezdiren rehberimiz bunları anlatırken “işte bu bir helalleşme” dedim ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ben ömrümde, ülkemizde nefreti ve sevgiyi gördüm. Artık sevgi kazansın istiyorum. Ülkemizin iyileşmeye, helalleşmeye ihtiyacı var. Helalleşmek geçmişi değiştirmez ama geleceğimizi kurtarır” diyerek helalleşme yolculuğuna çıkması geldi aklıma. Rövanş duygusu ülkemizi hasta etti, çıkmaz sokağa soktu hepimizi. Kafamızı çarpıyoruz, bedenlerimizi çarpıyoruz, kolumuz kanadımız kanıyor ama çıkmaz sokakta olduğumuzu fark edemiyoruz bir türlü. Ülkemizi iyileştirecek olan helalleşme. Bu yolculuğa ülkemizin bütün siyasetçilerimizin çıkması gerekiyor. Sayın Kılıçdaroğlu’nu bu helalleşme yolculuğunda yalnız bırakmamaları gerekiyor. Helalleşme ülkemiz için büyük bir şifa olacak.
Geçmişimizi değiştiremeyiz ama geleceğimizi kurtarabiliriz.
Chagall’in pencerelerinden süzülen mavi ışıklarının altında otururken, Ertuğrul Özkök fotoğrafımı çekerken bunları düşündüm. Özkök iyi halay çekmiyor ama fotoğrafta gayet iyi.