Askeri üniformalar içerisinde, devletin silahları ile 15 Temmuz’da 250 vatandaşımızı katledenler, o gece ülkemizi büyük bir felaketin eşiğine sürükleyenler, devletin askeri uçakları ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombalayanlar, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne nasıl yerleştiler ve aslında FETÖ’nün başımıza bela olması kimin suçu diye sormak isterim?
Nasıl yerleştiler Türk Silahlı Kuvvetleri’ne?
Uzunca bir süredir devletin yönetiminde yer alanlar, özellikle 12 Eylül darbesinden sonra, Türk Silahlı Kuvvetlerine “dindar aile çocuklarının” sızmasını önlemek için “mülakat” sistemini getirdi.
TSK, sınavlarda başarılı olmuş geleceğin asker adayları arasından “özgüvenli”, “ne istediğini bilen”, “kendisinden istenileni kavrama” ve “kendisini ifade etme” yeteneğine sahip olanları seçmek yerine “mülakat” sisteminin ruhuna aykırı bir biçimde adeta dindar avlama bubisine dönüştürdüler.
Mevzunun daha iyi anlaşılması bakımından, 12 Eylül döneminde TSK’ya “öğretmen teğmen” olarak giren İskender Pala’nın “İki Darbe Arasında” isimli kitabındaki insanı dehşete düşüren şu satırları dikkatle okuyalım:
“O yıl ilk defa mülakat heyetine alınmıştım. Rütbem küçük olduğu için soru sormuyor, söze karışmıyordum ama mülakatın nasıl yapıldığını, öğrencilerin nasıl bir elemeden geçirildiklerini öğreniyordum. Gayrimüslim, Alevi ve Kürt olduğu kanaati uyanan öğrenci adayları da eleniyor, küçükken Kuran Kursu’na gitmiş olanlar da eleniyordu. Pek çok öğrenci adayı taşradan geliyor, köy ve kasaba çocuğu oluyordu. Hepsi de masum, istikbalini kurtarmaya çalışan zeki çocuklar. “Yaz tatilinde ne yapıyorsun?” sorusuna hepsi dosdoğru cevap veriyor, ne yaptığını anlatıyor, Anadolu’da gelenek haline gelmiş olan Yaz Kur’an Kursuna gidenler de bunu söylüyorlardı. Devletin resmi ideolojisine göre mülakat heyetleri de öğrencileri sınıflandırıyor, yaz Kur’an Kursuna gidenler mülakatlarda eleniyordu. Oysa Kuran Kursu’na gitme nedeniyle elenen çocukların çoğu adet yerini bulsun, arkadaşlarım gidiyor ben de gideyim diyen çocuklardı.
İmam- Hatip okullarından gelen olursa –ki bu durum onların kayıt bilgilerinde yer alıyordu- kesinlikle eleniyor, ama kendisine başka bir nedenle elenmiş gibi gösteriliyordu. Gün geldi, bu eleme işinde o derece uç fikirler üretilir oldu ki “Bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün Nutuk’u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atardın?” gibi akla mantığa zarar sorular sorulmaya başladı.”
İnsan ürperiyor bu satırları okurken değil mi? Maalesef bunlar yaşandı bizim ülkemizde...
Pala’nın ilk kez mülakatlara girdiği “o yıl” 1984.
Yani FETÖ’nün, sınav sorularını çalmaya başladığı ve “Atatürkçü”, “laik”, “seküler” taklidi yaparak “mülakatları” başarıyla geçerek TSK’ya yerleşmeye başladığı yıllar.
FETÖ’den tutuklu olan askerlerin, komutanların yaptıkları itiraflar, verdikleri ifadelerden ortaya çıkan fotoğraflar gösteriyor ki, Fethullahçıların “çocukları” sorulacak sorulara hazırlıklı olarak mülakat heyetini “dinle imanla” alakalarının olmadığı konusunda kandırırlarken, Anadolu’dan gelen saf, temiz masum çocuklar, ailelerinin dindarlıkları hakkında ipuçları verecek soruları samimice cevaplayarak, bubi tuzağına basmışlar.
Onlardan birisi de, şimdi iş adamı olan arkadaşımın kuzeni. Hikayesini dinlediğimde bir hayli hüzünlendiğimi söyleyebilirim. 1980’li yılların başlarında askeri lise sınavlarında bir hayli yüksek puan almasına rağmen, mülakatta sorulan “sabah namazı kaç rekattır” sorusuna verdiği doğru yanıtla çocukluk hayaline veda etmek zorunda kalmış.
Ne düşünüyorsunuz?
Yaz tatillerinde mahallelerindeki camiye gittiğini söyleyen o çocukları devlete düşman görüp “mülakatlarda” eleyenler ne düşünüyor?
Öyle ya...
15 Temmuz darbesinde aktif olarak yer alan kurmay subayların yüzde 66’sı 1980’li yılların başında mülakat sistemiyle TSK’ya girenlerden oluşuyor. (Vatan gazetesi, 6 Mart 2017)
Haydi soralım: Bugün FETÖ’nün başımıza bela olmasının suçlusu kimler?
Askeri liseler sınavına giren çocukların sınavda gösterdikleri başarıyı hiçe sayılmasaydı, TSK dindarlık testine tabi tutmasaydı, ille de bir mülakat yapacaktıysa bunu sınavda gösterilen başarının tamamlayıcı unsuru olarak gerçekleştirselerdi bugün TSK içinde hala FETÖ’cü var mı yok mu tartışmasını yapmış olmazdık.
Özel sektörlerde mülakat, işe alınacak adaylar arasından en iyisini bulmak için gerçekleştirilen bir metot iken, devlet kurumlarında ise siyasal iktidarların kendi adamlarını bürokrasiye yerleştirmek için kullandığı bir yöntem.
Çünkü, mülakat sistemi objektif değil sübjektiftir. Liyakat ve ehliyet kriterini alaşağı eden, devlet kurumlarının kurumsallaşmasının önündeki en büyük engeldir. Yine politik yozlaşmanın en önemli birincil unsurlarından olan nepotizmi yani adam kayırmacılığı mümkün kılan tek yöntemdir.
Çünkü, mülakat suiistimale açık bir yöntemdir. Devlet kurumlarına “bizden” olanı almanın, “bizden olmayanı” elemenin en rahat yolu mülakat ile gerçekleşir. Ne olur denilip geçilemez, çünkü, yıllardır devlet kurumlarının kurumsallaşamamasının en temel unsurlarından birisi, ehliyetsiz kimselerin partizanlık sonucu kamu kurumlarında istihdam edilmiş olmasıdır.
Liyakat ve ehliyet ilkesinin değil de mülakat yönteminin hakim olması, o ülkede lobiciliği, rant kollamaya yol açar bu da toplumda hizmet kayırmacılığına sebep olur.
Bu yazıyı yazmama sebep olan asıl meseleye gelelim:
Bir iki hafta önce, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 16 Aralık 2018’de yapılan “Öğretmenlik Mülakat Sınavları”nın sonuçları açıklandı.
Açıklanan mülakat sınavının sonuçlarına tepki gösteren genç öğretmen adaylarının, günlerdir “Bizler KPSS sınavında yüksek not alıp baraj altı bırakılan mülakat mağdurlarıyız” diye başladıkları mektuplarına ve “adalet istiyoruz” feryatlarına duyarsız kalmak mümkün değil.
Gerçekten de durum böyle mi?
KPSS’de aldığı 88.295 puan ile fizik öğretmenliği alanında Türkiye birincisi olan öğretmen adayı, girdiği “mülakatta” da bütün soruları bilmesine rağmen elendi mi?
Anlaşılır gibi değil, girdiği sınavda 90’ın üstünde puan alarak dereceye giren bir aday mülakatta nasıl başarılı olamaz?
Haklarında hiçbir soruşturma olmadığı ve KPSS’de de yüksek not alanlar haklı gerekçeler gösterilmeden mülakatta elendiler mi?
Geçmişimizin darbelerle dolu olmasının, yargının sürekli ele geçiriliyor olmasının, bürokrasinin doğru düzgün işlememesinin en temel sebebi kurumlara gelenlerin liyakat ve ehliyet ilkesiyle değil mülakat sistemiyle gelmiş olmalarıdır.
Hadi diyelim ki devletin diğer kurumlarında adam kayırmacılık olsun... Tamam da, en azından eğitim gibi önemli, hayati bir kurum için ehliyet ve liyakat ilkesi işlesin. Mülakat gibi sübjektif bir yöntem Milli Eğitim Bakanlığı için geçerli olmasın. Çünkü, bu yöntem adalet duygusunu zedelemektedir.