“Eğer bir gün normalleşirsek” Mehmet Ocaktan’ın yazısının başlığı.
Ocaktan yazısını şu cümleyle bitiriyor:
“Eğer biz de bir gün normalleşmeyi sağlayıp kültürü ve sanatı hayatın doğal akışı içinde yaşar hale gelebilirsek, bir medeniyet iklimine doğru yol alabiliriz diye düşünüyorum.”
Ben ise hala içinde bir umut barındıran Mehmet Ocaktan’ın aksine üç noktayla attığı bu başlığa ünlem işareti koymak istiyorum.
Hem de kocaman bir ünlem işareti.
Zira her geçen gün normalleşebileceğimiz umudunu biraz daha yitiriyorum.
Her geçen gün bu ülkenin normalleşebilmesinin artık mümkün olmadığına dair inancım daha ağır basıyor.
***
27 Mayıs’tan bu yana devam darbeler dönemi bitti, askeri vesayet geriledi. Öyle ya da böyle bu ülkenin kudretli paşaları yargı önüne çıkabildi. Elbette gönül bu davaların daha adil ve hukuka uygun olarak yürümesini isterdi. Bir mahkemenin gözü kapalı yürütüp müebbet verdiğine diğer mahkeme gelip gözü kapalı beraat verdi.
Bitmez denilen, insan ömrünün yetmeyeceği, bin yıl sürecek denilen 28 Şubat’ın bile bu ülkede bitmiş olması başlı başına yeter de artar.
Artık başörtülü kadınlar, gencecik kızlar üniversite kapılarında ağlamıyor. Artık dindarlara, alevilere, Kürtlere düşman gözüyle bakan bir devlet yok.
Parti kapatma heveslisi Abdurrahman Yalçınkaya’ların esamesi okunmuyor artık.
İmam hatip liselerine kimse cenaze yıkayıcıları muamelesi çekmiyor. Devletin en tepesine kadar yüzde elli iki oy olarak çıkmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk kez halk tarafından seçilmiş unvanına sahip İmam Hatipli bir Cumhurbaşkanı var.
Cumhurbaşkanının eşi başörtülü olur mu olmaz mı, tartışmalarını artık hatırlamıyoruz bile...
IMF tarihin derinliklerine gömülmüş. 1961 yılından bu yana borç alınan IMF’ye para verecek konuma gelmişiz. Gençlere "IMF nedir?" diye sorsak, ekonomi öğrencileri yanıtlayabilir herhalde… Pek çoğu bön bön yüzümüze bakar.
Kürt Sorunu da öyle... Yıllarca hiçbir siyasi liderin, siyasi partinin cesaret edemediği Kürt Sorunu’nun çözümünde önemli adımları yine AK Parti Hükümeti attı.
Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin bu ülkeye kazandırdıklarını listelesek, Edirne’den Diyarbakır’a yol olur.
AK Parti’nin ve Erdoğan’ın elindeki en önemli argümanlar 'Tek Parti Dönemi’nden bu yana devletin baskıcı politikalarıydı.
Erdoğan meydanlarda “Bunlar var ya bunlar... Kuran’ı yasakladılar” dediğinde de “Fikirleri yasakladılar, kitapları toplattılar” dediğinde de milyonlar o baskıcı zihniyeti yuhalayıp Erdoğan’ı elleri patlayıncaya kadar alkışladı. Bağırlarına bastılar onu… Nihayet bu ülkeyi bu ayıplardan kurtaracak lidere kavuştuk diyerek sandıklarda sahip çıktılar.
Velhasıl kelam...
Güzel şeyler yaşadık bu ülkede. Acısıyla tatlısıyla. Gün geldi, AK Parti’ye kapatması davası açıldı, 27 Nisan Muhtırası verildi, darbe planları çıktı, yüreğimize indi... Tam “Bu kadarmış artık” dediğimiz anda Erdoğan ve yol arkadaşlarının meydan okumasına tanıklık ettik. Gurur duyduk.
***
Ama şimdi...
Bir şeyler ters gidiyor.
İşittiklerimle gördüklerim arasındaki zıtlıklar siyahla beyaz gibi.
Sağıma bakıyorum Başbakan Davutoğlu’nu dinliyorum.
Bir kez değil, iki kez değil. Defalarca aynı şeyi söylüyor.
Diyor ki:
“Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuksuz yargılanmaları daha doğru.”
Çünkü dünümüzün 'kahraman savcıları'nın koy sepete, gösterelim bir gününü bakalım dedikleri, Ahmet Şık, Nedim Şener gibi bir günahları var. Toplumu hukuken ikna edememişler. Çünkü hukuka uygun davranmamışlar.
Bugün aynı hataya bir kez daha düşmemek lazım değil mi?
Doğru olan budur.
Ama heyhat!
Soluma bakıyorum, yine aynı tas aynı hamam! Savcıların adı değişiyor ama mantık aynı: "Güç bizim! Hukuk mu! İstediğimiz yere çevirir, haklı bir kulp buluruz" mantığı değişmiyor işte.
Başbakan Davutoğlu diyor ki:
“Hukuki bir süreçtir, hükümetimizin müdahil olduğu bir konu değildir.”
Ben de diyorum ki Sayın Başbakan’a...
Haklısınız, hukuki bir süreç var ama hukuka uygunluğu tartışılır. Hükümetinizin müdahil olduğu bir konu değil. Ancak bu dönem sizinle anılır, “Davutoğlu’nun başbakan olduğu dönemde...” diyerek size fatura edilir.
Yürüyen sürecin gerçekten hukuki olduğuna inandıramıyorum kendimi.
Yargıçların “ihtimalli”, “olasılılı”, “yorumlu” iddianamelerini görünce adalet dağıtması gereken yargıçlarımızın adil olmadığı şüphesine kapılıyorum.
***
Sağıma bakıyorum, Başbakan Davutoğlu konuşuyor. Dinliyorum.
Diyor ki Sayın Başbakan:
“Basın özgürlüğü kırmızı çizgimdir.”
Diyor ki Sayın Başbakan:
“Bütün vatandaşlarımızın düşünce ve fikir özgürlüğü teminatımız altındadır.”
Soluma bakıyorum.
Hasan Cemal’in kitaplarının toplatıldığını görüyorum. Hasan Cemal’in kitabını yayınlayan yayınevi yıllarca sizin partinizden siyaset yapmış bir isim. Bilen bilir.
Hasan Cemal’in toplatılan kitabını ben de okudum. Evimin kütüphanesinde duruyor. Belki yarın kızım da kütüphaneden çekip okuyacak. Yazdıkları kafasına yatacak ya da yatmayacak. Bilmiyorum. Kendi kararını kendisi verecek.
Şimdi savcı gelip benim kütüphanemden de zorla gelip alabilecek mi? Belki Hasan Cemal’in kitabını kütüphanemde tutmayacaktım. Hasan Cemal hakkında en ağır yazıları yazmış birisi olarak şimdi sonuna kadar kütüphanemde tutacağım.
Fikirlerimiz yazmadığımız, konuşmadığımız sürece mi özgür?
Çok merak ediyorum o kitabın içinde terör propagandasına dair benim göremediğim savcının gördüğü ne var?
***
Sağıma bakıyorum, Başbakan Davutoğlu konuşuyor. Dinliyorum.
"Demokrasiden, hukuktan, merhametten, şefkatten, sevgiden geri adım atılmayacaktır. Toplumsal uzlaşma önceliğimiz. Hukuk güvence altındadır” diyor.
Soluma bakıyorum.
Merhametimizi yitirdiğimizi görüyorum.
Toplumun giderek birbirinden nefret eder hale geldiğini, toplumsal uzlaşma imkanından gün be gün uzaklaştığımızı fark ediyorum.
Gerginliklerin, kindarlığın giderek arttığını...
Kulağım tehditkar konuşmalarla çınlıyor.
Nereye baksam sallanan parmaklar görüyorum.
Müslümanlar olarak bizlerin elinden, dilinden, adalet duygusundan emin olunamadığı bir sürece doğru adım adım gittiğimizi görüyorum.
Bir Hakan Albayrak’a dahi tahammülsüzlüğün hangi boyutlara ulaştığını görüyorum. Dün Hakan Albayrak’a ‘Abi' diyenlerin bugün ona hayatı nasıl cehennem etmek için yarışa girdiklerini görüyorum.
AK Parti’yi amaç olmaktan çıkartanları, dini hassasiyetleri, inandıkları dinin ilkelerini prensiplerini bir kenara koyup nasıl araçsallaştırdıklarını görüyorum.
Daha fazlasını söylemeye de yüreğim elvermiyor.