Diyelim ki 16 Nisan’da sandıklardan coşkulu bir “evet” çıktı. Diyelim ki bütün kötülüklerin başı ilan edilen parlamenter sistem sandığa gömüldü, sandıktan pırıl pırıl, gıcır gıcır “darbesavar sistem!” olarak “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” çıktı. Diyelim ki yetki kargaşasını bitirecek şekilde bütün yetkiler tek elde toparlandı, çok şükür iki başlılık da bitti!
Peki, Ankara nasıl bir 17 Nisan sabahına uyanmış olacak? Ve sonrasında ne olacak?
Sandıktan zafer kazanmak uğruna, Türkiye’nin 14 yıllık kazanımı olan ve şimdilerde neredeyse kaybedilme eşiğine getirilen AB ilişkileri ne olacak?
2015 yılından bu yana gerilimli olan ancak düzeltilebilecek bir kapı aralığı da bulunan Türkiye AB ilişkileri referandum sebebiyle hepten gerilmiş durumda. Vahim olan ise Türkiye’yi yönetenlerin her geçen gün o kapı aralığını AB’ye daha da kapatıyor olmaları.
Oysa AK Parti hükümetinin en büyük başarılarından birisi de, Türkiye’yi AB masasına oturtmuş olmasıydı. Ve Türkiye’nin büyük Avrupa Birliği üyeliği hayalini gerçekleştiren bir parti olarak tarihe geçmiş olmasıydı.
Peki Avrupa ülkeleri ile hiç mi gerilmedik? Hiç mi tepki göstermedik?
Bilakis Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetleri döneminde Türkiye haklı olarak Avrupa’ya en sert tepkileri gösterdi.
Başbakanlığı döneminde Erdoğan Avrupa ülkelerine tepkisini bizzat ülkelerinde gösterdi. Avrupa’nın çifte standart demokrasi anlayışını, Avrupa’nın kendilerine özel özgürlük anlayışlarını, çelişkilerini eleştirdi, tepki gösterdi.
***
Ama AK Parti hükümetinde işler şöyle yürüyordu:
AK Parti lideri ve Başbakan Erdoğan Avrupa’ya “Eyy Avrupa biz senin cemaziyyel evvelinizi biliriz”, derken, “Böyle demokrasi mi olur” derken... Yani yani... Avrupa’ya haklı olarak tepki gösterirken.
AK Parti hükümetinin ilgili bakanları, alttan alttan mevkidaşlarıyla ikili ilişkilerini yürütüyorlar, diplomatik ilişkiler tam da gerektiği gibi yürütülüyor, gösterilen tepki, sallanan parmak, ülke menfaati olarak memleketimize geri dönüyordu.
Öyle bir Türkiye vardı ki bütün Avrupa’nın gözü bizim ülkemizdeydi. Hızla büyüyen, gelişen bir Türkiye ve onu büyütmek, geliştirmek için başını reformlardan kaldırmayan bir AK Parti hükümeti vardı.
Mesela İngiltere’de var olan Türkiye karşıtlığına karşı, İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw çıkıp Türkiye’ye ve AK Parti’ye övgüler yağdırabiliyor, Türkiye hakkında manifesto niteliğinde makaleler yazabiliyordu.
AB ülkelerine hitaben, neden Türkiye’yi AB üyeliğine almaları gerektiğinin avantajlarını madde madde sıralayabiliyordu.
Tamam, Erdoğan “Ey AB bakalım küresel bir güç müsün, yoksa Hristiyan kulübü müsün?” diye sesleniyordu ama ondan önce AB’nin yapısını kendi içinden isimler eleştirip, resmen Türkiye’nin PR’ını yapıyorlardı. Giriniz ve bakınız 2003 2009 gazete arşivlerine.
***
Mesela Türkiye’nin AB üyeliğinin önünde hep engel olmuş Almanya’dan “Türkiye masaya oturmalı” açıklamaları gelebiliyor, yine örneğin Almanya’da uzun süre Savunma Bakanlığı yapmış olan Hristiyan Demokrat Volter Rühe “Ben Türkiye konusuna partim gibi düşünmüyorum” diyebiliyor ve “AB’nin kapılarını Türkiye’ye kapatması halinde AB’nin sadece Müslümanlara yanlış bir mesaj göndermekle kalmayacağını, aynı zamanda Ortadoğu’da sorunların çözümünde rol oynama şansını da yitireceğini” açıklayabiliyordu.
Bütün bu başarının sahibi, kurulduktan 14 ay sonra iktidara gelmiş AK Parti idi.
Örneğin Avrupa ülkelerindeki önemli isimlerden peşpeşe gelen Türkiye övgüleri vardı. AK Parti’nin icraatlarına yönelik övgü açıklamaları vardı.
Türkiye’de AK Partili olmayan iş adamları çıkıp “Avrupa ülkelerine göğsümüzü gere gere gidiyoruz. AK Parti Türkiye’nin itibarını artırdı” açıklamaları ile hükümetin hakkını teslim eden mülakatlar verebiliyordu. Bunların hepsi AK Parti hükümetleri döneminde oldu. Ve kısa bir süre öncesine kadar da böyleydi.
Avrupa Türkiye’yi hiç mi eleştirmedi. Çok. Avrupa Türkiye’ye haksızlık etmedi mi? Ziyadesiyle.
Ancak Türkiye’nin yürüttüğü hamasete ve popülizme kaymayan dış politikası sayesinde bunların üstesinden başarıyla gelindi.
Dediğim gibi, Erdoğan ülkenin başbakanı olarak sert açıklamalar yaptığında, dönemin ilgili bakanları diplomasiyi işlettiler. Ve işlerini de başarıyla gerçekleştirdiler.
Başbakan bir söyledi diye onlar da on söylemediler. Önden önden gitmediler.
Tamam, ülkemizde seçim var. Referandum var. Siyasi rekabet var. Az biraz Avrupa karşıtlığının bir miktar faydası da olabilir. Ancak bunu dozunda bırakmak lazım.
AK Parti referandumdan sonra ülkeyi yönetmeye devam edecek. Sonuçta Avrupa’ya kapılarını tamamen kapatmayacak. Türkiye’nin Avrupa’ya, Avrupa’nın da Türkiye’ye ihtiyacı var. Hükümet yetkililerinin bir kısmı tepkisel davranıyorsa bir kısmı da rasyoneliteyi elden bırakmamalıdır. İşin rasyonelite kısmı ise oldukça zayıf. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin, “Avrupa Birliği ile Türkiye, müthiş bir başarı hikayesidir. Bizim kimseye küsmeye hakkımız yok. Dostlarımız bizi anlamadılar diye alınganlık yapabiliriz ama bıkmadan, usanmadan anlatacağız, küsmeyeceğiz” açıklamasını ayrı tutmak gerekiyor. Görünen o ki, rasyonilete kısmında bir tek Zeybekci var gibi. Bu sayının artması lazım.
Zira hükümet 17 Nisan’ı da düşünmek durumunda!