Kafa keserek değil, kafanın içini boşaltarak soykırım” yazımız olumlu olumsuz tepkilere yol açtı. Dilimizin bugünkü acıklı manzarasını hüzünle seyreden edebiyat ve düşünce adamları “ne yapmalıyız?”, sorusu etrafında görüş belirtirken, meselenin farkında olmayanlar “dilde özleşme, soykırım değildir” iddiasını öne sürdüler. Bu iddianın sahibi değerli hukukçumuz “nasıl oluyor da ‘bir yazın insanı’ sorumluluk duygusunu hiçe sayarak böyle bir yazı kaleme alabiliyor”, diye sordu.
Evet, “yazın insanı” böyle bir yazı kaleme almaz! Dilimizin binlerce yıllık geçmişi ile ilgilenen, kelimelerin zaman içinde kazandığı anlamı önemseyen, zengin edebiyatımızın farkında olan bir yazar ise sorumluluk duygusunun gereğini yapar. Fakat bir “türe adamı” buna karşı çıkabilir. “Türel” konuların dilde özleştirmeden çektiklerini dikkate almayan bir “türe” adamı yapabilir bunu.
Okuyucularımız, bu kelimeler de neyin nesi, diyebilir. Türe ve türel kelimeleri yüzyıllardır kullandığımız hukuk ve hukukî kelimelerine karşılık olarak 1935 yılında uydurulmuş ve o zaman Dil Kurumu’nca yayınlanan Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu’nda yer almıştır. Bu kılavuzda yer alan uydurma kelimelerin döneminde kullanılması gazetecilere, yazarlara bir talimat olarak duyurulmuştur. İyi ki bizi “hukuk”dan mahrum edecek bu direktif kısmen sonuçsuz kalmıştır! Yine şükredelim ki “adalet” ortadan kaldırılamamış tasfiyecilerin “tüze”si kullanım alanı bulamamıştır. Danıştay, Sayıştay, Yargıtay gibi kurum isimleri zorla benimsetilirken “mahkeme” karşılığı uydurulan “duruştay” çöpe atılmıştır.
Yazı bir “türemen” tarafından kaleme alınmıştır demek istemiyorum. Değerli hukukçumuz keşke dilimizin hukukunu koruma konusunda hukuk tarihimize mal olmuş rahmetli Ali Fuat Başgil’in duyarlılığına sahip olsa idi, diyorum.
* * *
Milli Şef, 1940’ların başında ülkenin tek yüksek öğretim kurumu olan İstanbul Üniversitesi’ne ilim terimlerini özleştirme talimatı vermiş, bütün fakülte dekanları yerine getirilemeyecek bu emir karşısında topuklarını birbirine yapıştırarak “buyruk şefimizindir!” derken bir tek Hukuk Fakültesi Dekanı Ali Fuat Başgil, bu talimata uymasının mümkün olmayacağını bildirmiştir.
Milli Şef, yani İsmet Paşa (her şeye rağmen ona kimse “general İsmet” dememiştir) bu âsî dekanla görüşmek istemiş ve bir vesile ile bu sağlandığında Ali Fuat Başgil, hukuk terimlerinin değiştirilebilmesi için bütün hukuk metinlerinin (yürürlükte olan kanunların, mevzuatın) dilinin değiştirilmesi gerektiğini söylemiş ve yapılan işin yanlışlığını ortaya koymuştur. Bu görüşmede Başgil, Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine sayıştay, danıştay, yargıtay kabilinden Kamutay denilmesinin Millî Mücadele’de doğmuş ve halka mal olmuş bu kurumun millet hafızasındaki itibarını yok edeceğini söylemesi üzerine İnönü düşünceye dalmış, bir süre sonra Başgil’i telefonla aratarak “Hoca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurtardık” müjdesini vermiştir!
Bizi sorumluluk duygusunu hiçe saymakla itham eden hukukçumuz, 1950’ye kadar ülkemizde cami yapmanın fiilen yasak olduğundan haberdar değilmiş! “Bu yasak varsa gerekçesini bilmek isterim” diyor. Keyfi uygulamanın gerekçesi mi olur?
Eski Yargıtay başkanı hukukçumuzun yakın tarih bilgisi fukaralığı beni şaşırttı, desem, az olur; dehşete düşürdü. Kendi cümleleri ile şöyle söylüyor:
“Yazar, dilimizdeki sözcüklerin ‘tırpanlandığını’ yazıyor ve sözü kültür kırımına getiriyor. Yasaklandı demek istiyorsa ve doğru ise elbette bu bir kültürel soykırım olurdu. Ancak böyle bir şey hiçbir dönemde olmadı. Dolayısıyla bu iddia, gerçek dışı ve çirkin bir karalama.”
Evet, yapılan iş makul ve mantıklı değil, fakat gerçek!
Dilimize karşı yürütülen harekatın boyutlarını öğrenmek istiyorsa, bilhassa Yüzyılın Soykırımı, Bir Lügat Bulamadım ve Devlet Sözlük Yazar mı? isimli kitaplarımızı tavsiye ediyoruz.
Bildiğim kadarıyla değerli hukukçumuz Ankara’da mukim. Teşrif buyurursa, bizzat takdim etmek isteriz! Adresimiz belli!