Türkiye’nin son yüzyılda yaşadıkları büyük ölçüde medeniyet ufkunu kaybetmekle ilgili. Osmanlı Devleti’nin son döneminde dahi bir medeniyet ufku arayışı ve telakkisi hissedilebilmektedir. Bu her zaman şuur haline geçmese de ma’şeri bir arkaplan teşkil etmektedir. Dil ve kültürün bütün unsurları bu ufuk arayışı şuuru içinde ele alınabiliyordu. Farklı kültür unsurlarının iktibası, aktarılması, benimsenmesi veya reddi bu bütünlük içinde daha makul çerçeveler kazanıyordu. İşin içine “zor”un girmesi oyunu bozdu. Kültürel inkılâplar (harf, dil, mûsikî vb.) bu makuliyet zeminini ortadan kaldırdı; kültürel devamlılık tehlikeye girdi. Millilik/millileşme iddiasıyla binlerce yıllık değerlerimizi bir kenara bırakarak bizi “millileştirecek” aktarmacılık ve taklitçilik yolunda yürüdük. Neticede kendi mirasımıza yeterince sahip çıkamadık ve medeniyet iddiamızı sürdüremedik, fakat aktarmak istediğimiz kültür unsurlarını da gerçek anlamda iktisab edemedik.
Son yıllarda Meclis’te yeni hükümetlerin programları okunurken, kültüre ayrılan yerin azlığı bilhassa dikkati çekiyor. Bu adı taşıyan bir bakanlığın mevcudiyeti ve bu bakanlığın faaliyet sahası ile ilgi cümleler kurma mecburiyeti olmasa, belki de kültür konusu hükümetleri bu kadar da ilgilendirmeyecek. Elbette bütün bunlar, kültür konularının önemini, dolayısıyla Kültür Bakanlığı’nın önemini azaltmıyor.
Türkiye’nin bugünkü şartlarında kültürle ilgili olarak geniş çerçeveli bakış açılarının ifade edilmesi ve faaliyetlerle ilgili ayrıntılı cümlelere hükümet programında yer verilmesi neredeyse imkânsız görülüyor. Çünkü dünya siyasetinin sancılı dönüşümü Türkiye’yi birçok ağır mesele ile karşı karşıya bırakıyor. Dolayısıyla, hükümet programlarında öncelikli olarak dış siyaset ve iktisadî konuların ele alınması kaçınılmaz oluyor.
Kültürde ise işin tabiatı icabı her zaman farklı sesler çıkabilir, uzlaşma/anlaşma daha zor sağlanabilir. Hatta, diğer konularda belli ölçüde sağlanmış olan objektiflik, bazı gözleri ihtilaf çıkarmak, muhalefet etmek için kültür alanına çevirmiş olabilir.
Siyasi iktidar-kültürel iktidar
2002’de Türkiye’de siyasî iktidar değişti, fakat bu kültürel iktidarın değiştiği anlamına gelmiyor. Türkiye’de kültürün hâlâ “seçimli” konular arasında yer almadığı kanaatindeyim. Resmî kültürel kurumlaşma Kültür Bakanlığı’ndan başlayarak, Milli Eğitim ve devlet elindeki kitle yayın araçlarına kadar kültür aktarmacılığından ve dayatmacılığından başka bir politika tanımamıştır uzun süre. Kitle yayın araçları devlet elindeyse denetimli bir kültür aktarmacılığı, değilse denetimsiz bir aktarmacılık sözkonusu olmaktadır. Medeniyet ufkunu kaybetmemizin bizi sürüklediği yer burası.
Resmî kültürün toplum üzerindeki denetleyici-yönlendirici baskısının kaldırılması en önce demokratik bir gereklilik olarak kabul edilmelidir. Türkiye’de demokratikleşme siyasî olarak belirli merhaleler kat etmiş olmasına rağmen, kültürel alanda otoriterlik devam etmektedir. Resmî kültürel kurumlaşma tek parti döneminde çizilen çerçevelerden çıkamamıştır bir türlü. Bu yüzden eğitim-iletişim ve kültür alanında tek parti ideolojisi şöyle veya böyle devam ediyor. Bu devam ediştir ki 1950’lerden beri yaşadığımız normalleşme sürecinin kesin bir sonuca varmasını engelliyor. Bu yüzden siyasî iktidarlar birçok konuda etkili kararlar alabiliyorlar, ama mesela eğitim konusunda, kültür konusunda apaçık kötüye gidişe rağmen sonuç verici değişikliğe kalkışamıyorlar. Hiçbir iktidar ekonomide uyguladığı liberalleşmeyi kültür alanına teşmil edemiyor.
Siyasî sistemin demokratikleştirilmesi ve demokratik bir toplum kurulması iddiaları, kültürel seçme, kendi kültürümüzü seçme konusunda engeller ortadan kaldırılmadan temelden yoksun kalacaktır. Kültürel yapılaşmanın otokratikliği sürerken siyasî sistemin gerçek anlamda demokratikleşmesi mümkün olabilir mi?