Mehmed Âkif’in vefat yıldönümüne yakın günlerdeyiz. Bu günlerde boş övgüler yanında yerli yersiz eleştiriler de piyasayı kaplar. Birkaç yazıda son yıllarda müzminleşen bazı tenkidler üzerinde durmak istiyorum. Bu konularla ilgili daha önce de yazdık, fakat bugünün kısır okur yazarlık ortamında tekrarına ihtiyaç var.
İki asırlık temel meselemiz: Yaşadığımız asırda müslüman kimliği ile var olmak! Aydınlar arasında Batı medeniyetine tam mânasıyla teslim olmaktan başka çare kalmadığı fikrinin hâkim olduğu bir dönemde iki önemli isim, hayatlarıyla, eserleriyle ve mücadeleleriyle bu anlayışa itiraz ettiler: Mehmed Âkif ve Yahya Kemal.
Bu iki cevap esas itibarıyla birbirinden çok farklı mahiyette değildir.
Mehmed Âkif, Türkiye’de pozitif ilim tahsil etti; ilk açılan Baytar mektebinde okudu. Dünya kavrayışında bu tahsilin önemli rolü olduğu söylenebilir. Pozitivizmi benimsemedi, fakat pozitif metodları, yaklaşımları, aklîliği ön plana aldı. İslâmı anlayış ve anlatışında da bunun tesiri görülebilir. Din anlayışında tasavvufî unsurların yer bulmamasını da buna yorabiliriz. Batı medeniyetine karşı olmamakla beraber, samimi bir müslüman olarak bu medeniyeti temsil eden sömürgeci batıya karşıdır.
Yahya Kemal, pozitivizmin çıkış yeri olan Fransa’da sosyal-siyasî ilimler tahsil etti. Elbette pozitivizmin ağır tesirleri onun şahsî düşünüşünü, dünya kavrayışını büyük ölçüde etkiledi. Fakat, “Mektepten memlekete” dönen bir sosyal bilimci ve edebiyatçı olarak milletini, onun birikimini ve yaşatıcı değerlerini esastan tanıyarak batı karşında var olabilme zeminini tanımlamaya yöneldi. Dinle ilgili yaklaşımı da sosyal bilimciliği ile açıklanabilir.
Yahya Kemal dönemin birçok Avrupa hayranı genci gibi Fransa’ya kaçmış, orada bu hayranlık dönüşüm geçirmiş ve kendi medeniyetinin, ülkesinin değerini daha iyi kavramıştır. Fransa’dan döndüğünde ev, yani ülke değişmiştir. 1912 yılı, Osmanlı Devleti’nin yeni gailelerle boğuştuğu bir dönemin başlangıcıdır. Balkan bozgunu, ardından 1. Dünya Harbi ve nihayet Millî Mücadele...
Yahya Kemal, bu süreçte, dilini, kültürünü bulmak ve onu sağlam temeller üzerinde sürdürmenin şartlarını kavramak için uğraşır. Nihayet, milliyetçiliğin, türkçülüğün revaç bulduğu, aydınları etkilediği bir dönemde, millet vakıasını ve milliyet kavramını tabiî temellerinde tarif etmeye yönelir. Türkiye’de milliyetçilik, sentetik ve buyurgan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Milletten, onun değerlerinden kaynaklanmak yerine, milleti kendi tariflerine göre biçimlendirmek esas gaye olarak görülmüştür.
Netice olarak, iki şairin eserlerine bakarak şunu söyleyebiliriz: Mehmet Âkif, dinin, İslâmın tebliğcisi; Yahya Kemal, dinin oluşturduğu kültürün terennümcüsü.
Mehmet Âkif’in pozitif bilim okumuş bir kişi olarak gerçekçi tasvirlerle, mevcut durumu eleştiren tutumuna karşı Yahya Kemal, Fransa’da sosyal bilimlerle meşgul olmuş bir edebiyatçı olarak kötülükleri, olumsuzlukları sergileyerek değil, millet olgusunu uzvî/organik çerçevede yorumlayarak düşüncesini şiirleştirir. Mehmed Âkif imanın doğrularını tebliğ etmek isterken, Yahya Kemal İslâm’ın hayata geçmiş, kültür hâlinde halkın yaşadığı kimlik yapıcı, birleştirici tarafını tasvir eder. Âkif, bir bakıma tümdengelim (istidlâl) diyebileceğimiz tarzda fikirlerini ortaya koyar. Yahya Kemal ise, tümevarım (istikra) tarzında düşüncesini geliştirir.
İkisi de kimlik şairidir; Mehmet Âkif, dinin gereklerini söylüyor, Yahya Kemal milliyetin. Yahya Kemal’e göre, “milletlerin mayası kan değil, dindir”. Din, toplumun esas kimlik yapıcısı, yüzyıllarca tarih ve kültürü yoğurmuş, insan davranışlarını belirlemiş. Yahya Kemal sentetik milliyetçilik yerine, tabiî olandan, yaşanandan, halkın varlık sebebi olan, mukavemetini sağlayan unsurlardan “milliyet” çıkarıyor. Bu da çoğu zaman dinden ayrılamıyacak bir yapıdır.
Müslüman zihni, dünyanın birikimini döneminde veya dönem öncesi olsun dikkatten uzak tutmamıştır. Antik felsefe ile tanışmaktan kaçınmamış, o birikimi bilen bir zihinle yoluna devam etmiştir. Müslümanların sonraki yüzyıllarda bu geniş kavrayışı sürdüremedikleri malûmdur. Dış dünyada olup bitenleri görmezden gelerek, kendi kabuğunu çekilerek var olmak, selefilik veya vahabilik olarak tezahür etmiş, buna karşılık batıyla yüzyıllardır temas halinde olan Osmanlı zihni dünya kavrayışını yeniden inşayı gerekli görmüştür. Bu yüzden, “günümüzde inancına sahip çıktığı halde asrın idraki kavramının dışında kalarak yazan, çizen, fikir üreten kimse yoktur” diyebiliriz.
“Asrın idraki” kavramına şu veya bu şekilde itiraz edenler de buna dahildir!
Neden batılı edebiyat tarzları ile yazıyoruz, neden 16. Yüzyılın mazmunları ile ifade tarzımızı sürdürmüyoruz? Batının birikimini görmezden gelerek düşündüğümüzü, sanat yaptığımızı söylemek mümkün mü?
Burada asıl mesele şu: Mehmed Âkif doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alacak güçlü bir birikime sahipti… Acaba ondan sonra gelenlerden kaçı böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir?