Ârif ve kâmil insanlar halkasının başlangıcı ne zamandır ve ne zamana dek sürecek? İki Cihan Serveri’nin merkez şahsiyet olduğu halkalar 15 asırdır dünyamızı öyle veya böyle şekillendiriyor. İnsanımızı gerçek insanlık hasletleriyle donatıyor. Osmanlının medenî varlığı bu asırlar aşan kültür mayalayıcılarının eseri. Mayayı bozmak, insanımızı güzel hasletlerinden sıyırmak, ahlakî değerleri aşındırmak ve mânen yoksullaştırmak…Bunun için çok şey yapıldı. Her şey öylesine değiştirildi ki, bu değişimi yapanlar değişmesin diye!
Osmanlının son nesli cumhuriyetçilerin sistematik baskılarına rağmen ârifler ve kâmiller neslinin devamı için sessiz ve derinden çalıştılar. Her biri bir görünmez tekke oldu…
Emin Hoca, sancılı bir coğrafyada doğduğunda, bulunduğu toprakların geleceği henüz belirsizdi. Fransa mandasındaki Suriye’ye bağlı görülen Antakya ve İskenderun, manda idaresinin sona erdirilmesi kararı ile değişime hazır hâle gelmişti. Misak-ı Millî sınırları içinde bulunan bu topraklar, Anavatan’a katılırken Emin Işık bebeklikten çocukluğa adım atıyordu. 1940’lı yıllar, 2.Dünya Savaşı’nın arkaplan teşkil ettiği kıtlık ve yokluklar içinde geçerken, yazısını değiştiren, dinî kurumları değişime ayak uydurmaya çalışan memleketinde babasından Kur’an okumaya öğrenen Emin Işık, Antakya Kur’an kursunda hıfzını tamamlıyor. İstanbul’a geliyor ve bugün için olağan görünmeyen bir yaşta İstanbul imam hatip lisesini bitiriyor: Yaş 24!
Hasbelkader İstanbul’un Osmanlı bakiyesi ilim, fikir ve sanat adamlarıyla hemhal olan nesilden Emin Işık. Müktesebatını onlara borçlu olduğunu her fırsatta ifade ediyor.
1960 İmam hatip mezunu Emin ışık, daha sonra imam hatip lisesi hocası oluyor. O zor yıllarda ona “senin öğrencilerinden biri gelecekte Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacak, hatta senin tabutunu taşıyacak!” dese idi, bu uçuk kehanete burun kıvırırdı.
Sonra bunlar oldu… Emin Işık, imam hatipli başbakanı ve cumhurbaşkanını gördü. Her halde tabutunu cumhurbaşkanının taşıdığını da ruhu hissetmiştir.
Bu Emin Işık için mutlu bir son olarak görülebilir mi?
Emin Işık, ideallerinin fikirlerinin ma’kes bulduğu, güç kazandığı bir ülkede yaşamaktan mutlu olurdu. Celâl Hoca gibi, Mahir İz gibi, Nureddin Topçu gibi muallimlerinden devraldığı ilim ve irfan halkasını genişlettiği, ülkenin bu manevî zenginliği yaşadığı bir mutlu son isterdi.
Maddî görünürlüğün ötesinde görünmeyen zenginlikler konusunda Emin Işık’ın son yıllarda çok da müsbet bir ruh hali içinde olmadığını söyleyebiliriz. Vefatından neredeyse bir yıl önce onunla TYB’nin 40.yılı dolayısıyla edebiyatımızın, düşüncemizin sanatımızın 40 önemli şahsiyetine verilen beratların takdim töreninde beraberdik. Şahsi tanışıklığımız 1970’li yılların başına gidiyordu. Onun cerbezeli bir hatip, iyi bir Kur’an karii, mûsıkiye âşina bir kasidehan-mevlithan olduğu gibi, Nureddin Topçu’nun rahle- tedrisinden geçmiş bir fikir adamı olduğu yıllar… Devleti Kuran İrade, kitabı unutulabilir mi? Topçu’nun onun hutbe okuyup cuma kıldırdığı Bayezid Soğanağa Cami’inin müdavimi olduğunu kaydedelim.
Emin Işık belki de bu en zor zamanda en mutlu günlerini yaşadı. Bu neslin bütün çabası, son halka olmamaktı. O tarihî devamı sağlamak esas emelleriydi. O mücadeleli günler geride kalmıştı. Berat takdim töreninde yüreği yanık bir millet sevdalısını dinledik: “Birçok faaliyet gösteriliyor ama hepsi sahipsiz. Dil konusunda birtakım çabalar var fakat dilin sahibi yok, sahip çıkanı yok. Bir hayli vakıf, dernek millî değerler, millî sanatlar, tarihimiz, kültürümüz üzerinde çaba gösteriyorlar ama bir tesiri yok. İlahiyat fakültelerimiz var ama dindarlık yok!”
“Çok sayıda belirsiz kelime var! Beyler dil elden gidiyor. Dil gitti! Yabancı kelime kullanmamak için biz bu kadar çaba gösteriyoruz; dernekler, yazarlar çabalıyor; fakat eğitim hâlâ uydurma Türkçeyle devam ediyor. Esas söyleyeceğim budur! 15 senedir iktidarda olan bu hükümetten evvela okul kitaplarının dilini düzeltmesini istiyorum. Bu böyle ferdi çabalarla Türkiye Yazarlar Birliği ile Emin Işık ile Âmir Ateş ile halledilecek bir mesele değildir. Devletin serçe parmağı yüzlerce kişiden, kurumdan daha kuvvetlidir…”