Eğitim” her ne ise, ülkemizin sürekli büyüyen bir meselesi.
Mesele büyüdükçe, ticareti de büyüyor. Eskiden mesele hayli basitti. Çocukların “ana okulu”na ihtiyacı yoktu. Anneler tam zamanlı çocuklarıyla beraberdi. Sadece anneler mi? Geniş ailede çocuklar yaşıtı çocuklarla birlikte büyürdü, mahalle hayatı sosyalleşmeyi sağlardı. Küçük yerleşmelerde hâlâ bu mümkün, büyükşehirlerde ise neredeyse imkânsız.
Şartlar değişti, anneler çocuklarını anneannelere, babaannelere emanet etmeye başladı. Bu yine de en makul çözüm yolu, tabiî olanlar için. Yoksa? O zaman “iş kadınları” için çocukların bırakılacağı yerlere ihtiyaç var demektir. Bu ihtiyaç büyüyor ve dolayısıyla ciddi bir sektöre dönüşüyor. “Orta sermayeli veya büyük sermayeliler için eğitim sektörünün en çok para kazandıran girişimlerinden birisi” imiş kreşcilik, devamı ana okulu ile birlikte tabiî.
Kreş, bizim için baştan yanlış bir isim!
Kreş yani “creche”i Hasan Bedreddin’in Küçük Kamus-ı Fransevî’sinde “Hayvan yemliği” olarak karşılanıyor. Ayrıca şu açıklama da var: “Hazret-i İsa’nın doğduktan sonra konduğu yemlik.” Açıklama burada bitmiyor elbette. Hıristiyan Avrupa bundan bir kurum üretmiş: “Küçük fukara çocuklarına gündüzün kabul ve muhafaza eden müessese.”
Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Fransevî’sinde “istabl”, yani “ahır” karşılığı da var. Mecazen “beşik” anlamı da ihmal edilmiyor. “Çocukları hayrına muhafaza eden hayrathane” nedir denirse, o da “kreş” işte! Eğer işin içinde hayır varsa, yer Avrupa ise, kilisenin işin içinde olduğunu bilmek lâzım.
Avrupa’da eğitimin ve sağlığın bir zamanlar tamamen kiliseden geçtiğini bilmekte fayda var. Bizde bu işin hayrî bir iş olmadığı kesin. Anne çalışıyorsa, gelirinin önemli bir kısmını bu ticarethanelere yatırmak zorunda.
Hani bu işlerle ilgili vakıflarımız? “Çocuk yuvası” açsınlar. Dar gelirlilerin çocuklarının bakımını üstlensinler!” Desek, sonuç ne olur? Bazı vakıflarımız bu işi yapıyor ama hayrına mı? Bu tartışılır!
Çocuklarımızın yetiştirilmesinde ailenin payı giderek azalıyor. Çocuğun ilk yılları, kişilik gelişiminin temellendiği yıllarda işin içine ticarî kurumlar giriyor. Var mı bu dönemi, son zamanların moda tabiri ile “yerli ve milli” bir bakışla ele alıp sonuç ortaya koyan kurumlarımız?
Eskiden beri çocukluğun bu çağı ile ilgili bazı isimler gelir gider. Bir aralar J.H.Pestallozzi modası vardı. Köy Enstitüleri uygulamasında İ.Hakkı Tonguç’un onun görüşlerini esas aldığı iddia edilir.
Sonra Fredric Fröbel ağır basmış. Bu Almanın Kindergarten’ini (=Çocuk bahçesi) esas olan ana okulları var Türkiye’de. Eğitimcilerin “Fröbel etkinlikleri” dedikleri uygulamalar: Delik delmek, dikiş dikmek, resim çizmek, örgü örmek, kesmek ve kilden eşya yapmak. Bunları artık evde yapamıyor, yaptıramıyor olmalıyız ki, para ile kindergartenlerde yaptıranlarımız var!
Gelelim Margret Montessori’ye…Bu da İtalya’nın ilk kadın tabibi imiş. Onun metodunda okul öncesi ve ilk öğretim dönemi beden hareketleri önemli yer tutuyormuş. Onun da Türkiye’de şubeleri var elbette!
Montessoriciler kendi sistemlerinin dünyanın en iyi eğitim modeli olduğunu iddia ediyorlar. (Bu iddia Rekabet Kurulu’nu ilgilendirir mi, bilmiyorum?) Ülkemizde montessori okulları hızla artıyormuş. Çocuğun “doğal gelişimsel yapısına uygun olduğundan bilimsel bir yaklaşım”mış! Biri şu “gelişim-sel”i açıklamalı. İsim fiillere sel, sal eklenir mi? Dilciler buna ne diyorsunuz? Peş peşe iki sel sallı kelime edebiyatçıları rahatsız etmiyor mu? Bu düpedüz tenafür değil mi?
“Çocuğun tabiî gelişim yapısı” desem anlaşılacak, o zaman da bilim-sel olmayacak! Kahretsin!
Bu montessori eğitimi “mühim”, rivayete göre Atatürk tarafından da incelenmiş. İlgili sitede “Peki sonra ne olmuş?” sorusunun cevabı yok. Böylece eğitim sektörünün atatürkçülük sorgulaması teskin edilmiş oluyor. İşin tuhafı islâmcılık iddiasındaki kurumların da montessorici takılması. Her ne kadar henüz bununla ilgili bir hüccet üretilmemiş ise de!
“Eğitim” meselesinin en kolay çözümü acentelik usulü!