Edirne merkez olmak üzere, Gümülcine, İskeçe ve Kırcaali’de 24 ülkeden şairlerin katıldığı Türkçenin 13. Uluslararası Şiir Şöleni’ni icra ettik. Düşünün bir, Doğu Türkistan’dan Bosna Hersek’e, Başkurdistan’dan Kıbrıs’a kadar geniş bir coğrafyanın sözleri, sesleri, âhenkleri, renkleri ve hüzünleri kederleri; sevinçleri neş’eleri Selimiye’nin minareleri arasından bir simurg gibi salınıp geçti. Anka veya simurg… “Tuğrul”un da aynı anlama geldiğini söylenir. Kendi küllerinden doğan mitolojik kuş…
İşte bu şiir kuşu…Türkiye Yazarlar Birliği’nin ilk defa Bursa’dan, 27 yıl önce uçurduğu kuş doğudan batıya, kuzeyden güneye ülkeler, bölgeler, kıt’alar aştı. Almatı, Aşkabad, Girne, Strazburg, Akmescid, Üsküp, Bakü, Prizren, Bişkek, Kazan ve Türkistan (Yesi) göklerinde dolaştıktan sonra Edirne’ye kondu.
Bin adlı Türklerin şivelerinin, lehçelerinin bin bir farklı çeşnisiyle geniş coğrafyalara yayılmış Türkçeleri Edirne göklerinde Urumeli türkülerine karıştı.
Türkçe bir şiir dilidir, bütün lehçeleri ve şiveleri için böyledir. Doğudan batıya, Kuzeyden güneye yüzyıllar boyunca çok büyük şairlerimiz yetişmiştir. Onların ölümsüz mirası yeni bir şiir ve edebiyatı besleyip büyütecek zenginliktedir.
Elbette şiiri konuşuyorduk, fakat her şairin ülkesi anıldığında zihnimiz bugünün meselelerine gidip geliyordu. Doğu Türkistan, Kırım, Kıbrıs, Kerkük…Mısralar havada uçuşurken kendimizi, kıyımlar, kırımlar, zulümler, çözümsüzlüklerle kuşatılmış hissediyorduk. Fakat aynı kubbe altındaydık ve sözümüzün, şiirimizin sınırlarının siyasî sınırlarımız olmadığının farkındaydık.
Osmanlı tarihi Edirne’siz yazılmaz. Mimarî tarihimiz, edebiyat tarihimiz Edirne’siz olmaz. Serhatin bu garip kalmış şehrini öncelikler Türk dünyasına, İslâm âlemine tanıtmamız gerekiyor. Şehrin sathi turistik tanıtımın ötesine geçen kültürel-medenî değerinin bütün dünyayı iyi anatılması şart.
Bu şölen bu hususta güçlü bir adım.
Edirne denilince iki şiiri her zaman hatıra gelen Arif Nihat Asya, günümüzdeki bir çarpıklığı şöyle ifade ediyor: Ne acıdır bugün/Tunca’yı Tuna’ya saymak!
Biz Tunca’yı Tuna’ya saymadık ve şairlerimizi sınır ötesinde şehirlere götürdük. Bu kavuşmanın uyandırdığı tesiri anlatmak kolay değil. Kafilemizde ataları Kırcali’den, Gümülcine’den, kısacası Rodopların gölgesindeki bölgelerden gelen şairlerimiz vardı. Onlar için bu gecikmiş bir dönüş, buruk bir kavuşma idi. İhsan Deniz, kürsüde şiir okurken metanetini korudu. Ya salonun dışında? Âdem Turan ise şiiri yarım bırakmak zorunda kaldı. Şölene gazeteci olarak dâvet ettiğimiz Mehmet Şeker, şiir kitapları da olduğu için, Kırcaali’de şiir okuyacaklar listesinde idi. Onun son anda Edirne’den dönmesi belki da arkadaşlarının kapıldığı hüzün seline maruz kalmamak içindi.
Şiir şölenine Balkanların batısından, Avrupa ülkelerinden katılan şairler de vardı. Onlar Türkiye’den bu ülkelere gitmiş vatandaşlarımızdı. Gittikleri yerlerde her şeye rağmen Türkçe düşünen, hatta şiir yazan bu vatandaşlarımız tebrike lâyıktır. Asıl önemlisi, Balkanlarda âdeta bir yeniden doğuş rüzgârı estiğini hissediyorduk. Yugoslavya döneminde şiir-edebiyat ilgisini sürdürenler olmuştu. Sonra bir bocalama dönemi yaşandı, fakat şimdi bulundukları coğrafyayı hakkıyla temsil eden şairler yetişiyor. Saraybosna, Prizren, Üsküp, Gümülcine, Kırcali, Filibe…Geçmiş asırlarda çok sayıda şair yetiştiren merkezler, bugün de bu sahada var olduklarını gösteriyorlardı.
Türkiye’nin doğusundan gelen şairlerin Balkanlarda gördükleri onları şaşırttı. Çünkü Anadolu ile Rumeli’nin siyasi ayrılığa rağmen kültürel bütünlüğü hakkında bir fikirleri yoktu.
Şölen sona ererken, sevinçle hüzün bir arada idi. Edirne’nin çağları aşan şairi Neşatî Dede ne diyordu?
Gittin amma ki kodun hasret ile cânı bile
İstemem sensiz olan sohbet-i yâranı bile!
Kalanlar bu mısraları terennüm ederken, şölene büyük emeği geçen Edirneli Rıdvan Canım’ın “Bana elveda deme” şiiri kulaklarımızda yankılanıyordu.
Bu bir cevap değildir!
Edirne, Gümülcine, İskeçe ve Kırcaali’de Türkçenin 13. Şiir şöleni ile meşgulken, gazetelerle ilgilenmeye fırsatım olmadı. Sağdan soldan uyarılmam üzerine sözü edilen yazıya baktım; cevap gerektiren bir şey olmadığı kanaatine vardım. Birinci husus: Meslek âdabı ve ahlâkı, böyle bir yazıyı baştan mâlûl kılar. Bir gazetenin çeşitli sütunlarında yazanlar, gazetelerinde kendi görüşlerine aykırı fikirleri olan yazarlara saldırma yerine, kendi doğrularını yazarlar.
Her şeye rağmen, meslek âdabını, ahlâkını sürdürmekten yanayım, bu bazılarınca hiçe saysa dahi. İkinci husus: Tartışma için ilk adım okumaktır. Okumayanla tartışılmaz, müzakere edilmez. İkinci adım, okuduğunu anlamaktır. Bu kitabı okuyan ve anlayan entelektüel seviyesi yüksek birçok şahsiyet, kitabın ana fikrine katılmayanlar dahi, takdirlerini ifade etmişlerdir. Bu anlama, kavrayış ve konuya nüfuz meselesidir. Bu seviyeye erişmek ciddi emek ve müktesabat gerektirir. Kaldı ki, ben bugüne kadar şiir kitaplarıyla az çok bilinen bu kişiyle şiiri, şiire müteallik mevzuları dahi tartışmayı gereksiz bulurum. Bunlar ciddi konulardır. Ciddi konular, gerçek anlamda birikimi olanlarla, fikir çilesi çekenlerle konuşulur ve tartışılır. “İki kere iki on dört!” diyen biri ile cebir problemi çözmeye oturmak abestir.