Alın yazısı değişir mi? Burada dinî veya felsefî bir konuyu ele alacak değiliz.
Türkiye’nin 1930’lardan kalma bir ideolojisi var. Bu ideolojinin sloganları, vecizeleri, kalıplaşmış sözleri var. Konuşurken, yazarken bunlara atıf yapmak geçmişte âdeta mecburiyetti, şimdi bazı ahvalde “zaruret” oluyor!
Lideri övmek, onu yüceltecek parlak sözler bulmak mühim bir işti. İşte Atatürk öldüğünde onun başvekili Celâl Bayar, “Atatürk seni sevmek millî bir ibadettir” demişti. Bu lâfzın mazmunu üzerinde düşünen var mıdır? İbadet, tapınma ancak dinî bir kavramdır, ona millî sıfatı eklemekle kavram alanı değişmez; dinî mahiyeti devam eder. Atatürk’ü sevince neye/kime ibadet etmiş oluyoruz? Atatürk’ün ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü daha gerçekçi bir “motto” bulmuştur: Vatan sana minnettardır! Yükü insanların sırtından alıp, vatana yüklemiştir!
Atatürk’ün sözlerini devlet binalarının cephelerine, alınlarına yazmak onun zamanında başlamıştır, diyebiliriz. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi binası 1937’de yapılmaya başlanmış ve 1940’ta açılmıştır. İşte bu binanın alnında meşhur vecize vardır: Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!
Bina alınlarına Atatürk’ten cümleler yazmak, bilhassa 1980 darbesinden sonra bir mecburiyet haline getirilmiş ve bütün resmî kuruluşlar, harıl harıl kurumları ile ilgili Nutuk’tan, Söylev ve Demeçler’den cümleler araştırmışlar, bulamadıklarında da uydurup binalarının dışına veya içine görünür bir yere yazdırmışlardır. Jinekolog iken atatürkçülüğe merak saran profesör Utkan Kocatürk, Atatürk adına vecize uydurmanın caiz olduğunu beyan etmiş, böylece işleri kolaylaştırmıştır!
Bunun bir diğer tarzı da güzel bir sözün altına “Atatürk” yazmaktır. En yaygın örnek: “Adalet mülkün temelidir”. Ancak bugünün Atatürkçüleri “mülk” kelimesinin gerçek anlamını bilmedikleri için mülklerini bu vecize ile teminat altına almaktan mutludurlar!
Atatürk’ün mirasından pay ayırdığı iki kurum, Tarih Kurumu ve Dil Kurumu’nda durum nasıldır? Türk Tarih Kurumu binasının mimarı Turgut Cansever’dir. Cansever bu yapıdan ötürü milletlerarası bir mimarî ödüle lâyık görülmüştür. Bu yüzden, binanın cephesinde vecize yer almaz. Fakat içeride şu uzunca cümleye yer verilmiştir: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Bu söz hakkında söyleyecek bir şey yok. Tarihi kim yapar? Kim yazar? Nasıl Yazar? Bunlar uzun bahisler. Tarih Kurumu’nun günümüzde bu vecizeyle bir alıp veremediği de yoktur her halde.
Ya Dil Kurumu? Bu Kurum’un bütün dayanağı Gazi’nin (o zaman Atatürk değildir) Sadri Maksudi’nin Türk Dili İçin kitabına yazdığı nottur. Bu notun son bölümü Dil Kurumu’nun önünde bir taşa kazınmıştır: “Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Sonra bu yetmemiş, metnin bütünü binanın duvarına el yazısıyla ve büyük kıt’ada işlenmiştir.
Önce şunu söyleyelim: Bir binanın bütün cephesini bir yazıyla doldurmak, estetik yoksunluğudur, zevksizliktir. Ayrıca vecize yazmak sonucu değiştirmiyor. Bu vecizede söylenenle yaşanan arasındaki uçurumun farkında olmak gerekir. Bu cümle, 90 sene sonra şu soruyu sormaya mecbur ediyor bizi: “Türkçe yabancı dillerin boyunduruğundan kurtuldu mu?”
Beş beter bir boyunduruk altındayız. Tabelalardan filan bahsetmeyeceğim. Yüzlerce örnekten sadece iki örnek:
“Çok boyutlu lineer ve lojistik regrasyonda robust ve sparse tahmin metodlarının zooteknide kullanımı”.
“Yüksek İşlevli Otizm ile Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Almış Çocukların Dilsel Becerilerinin Bilişsel Gelişimleriyle İlişkisi Üzerine Bir Gözlem.”
Birincisi, üniversitelerimizin fen bilimleri alanında yapılan bir tezin başlığı, ikincisi bir dilbilimi tezinin başlığı…
Dil bayramının kaçıncı yılındayız? Boyunduruğunuzla mutlu musunuz?
Dil Kurumu’nun alın yazısını değiştirmenin zamanı geldi!
Bu Kurum, devlet sistemi içinde yer almaya devam edecekse, onun bir “fonksiyon”u olmalıdır. Eskiler fonksiyonu “vazife, hizmet” olarak çevirmişlerdir. Şu anda Dil Kurumu’nun türkçeye bu anlamda bir hizmeti yoktur. Ona vazifesini hatırlatmak için alnına yeni bir cümle yazmak gerekir. Bu cümle ancak şu olabilir:
“Dili bir çıkmaza saplamışızdır!”
Sanmayın ki bu söz bize aittir. Bu söz, ilk iki dil kurultayı sonunda işlerin kötü gittiğini gören Atatürk’ündür. Atatürk yanlışı görmüş, dilde devrim olmayacağını anlamış, köklü türkçe ile konuşmaya yazmaya yönelmiş, ömrü yetmediği için bu olağana dönüş akim kalmıştır. İnönü, 1941’den itibaren dil devrimini gerçek anlamda uygulamaya başlamıştır ve dilde bugün de devam eden bozulma, yozlaşma onun yolundan bir türlü çıkılamamasından kaynaklanmaktadır.
Dil bir çıkmaza saplanmıştır, bu çıkmazdan kurtulmak için harekete geçme zamanıdır!