Ankara’da TYB’nin Kızılay’daki merkezine gelen giden çoktur. Orada bulunduğumuz sıralar, bize uğrayanlar da olur.
Sözünü edeceğim şahıs, bizi ziyaret kastıyla değil de edebiyatçı bir arkadaşının sevkiyle gelmişti. Çay içiyoruz, âdet olduğu üzere. Masamın üzerinde o gün Yahya Kemâl’in şiir kitapları var.
Ekseriya Safahat, bâzan Hâşim’in şiirleri veya Fuzulî’nin, Şeyhülislam Yahya’nın, Niyazi Mısrî’nin divanları, Galib Dede’nin Hüsn ü Aşk’ı, çoğu zaman da Yûnus Emre Divanı olduğu gibi.
Arada bir gelen gidene bir iki mısra veya beyit okuruz, hava değişir.
Misafirimiz nedense huzursuz; misafir huzursuz olunca, ev sahibinin rahatı kaçar; misafire riayette bir hata etmiş olmak kuşkusuyla. O kıvranıp duruyor, çayı sormadan limonlu getirmişler, acaba ondan mı rahatsız, diye içimden geçiriyorum.
Nihayet çıkardı baklayı ağzından.
Yahya Kemâl’in klasik edebiyatımızın neşvesiyle yazdığı şiirlerinin toplandığı Eski Şiirin Rüzgâriyle kitabını eline aldı ve “bu kelime ses uyumuna aykırı” dedi.
Eski Şiirin Rüzgârıyla olmalıymış!
O an, soğuk mu soğuk bir yel esti ki, ortalık buz kesti…
Akademik bir unvanı da varmış, bunu söyleyenin. (Millet arapca “unvan”ı ısrarla “ünvan” diye telaffuz eder). Ona cevap vermedim,“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun” türküsünün ilk iki mısraını okudum. Bazıları “yâr”i bile “yar” diye yazıyorlar, oysa Türkçede yar kelimesi var ve yar-mak fiilinin kökü yar da var, diyorum. Türkçe “yara”yı yeri gelince “yâre” yapıyoruz.
Yüreğimde yâre var! Yara kolda bacakta olur, yürekte ise yâre!
Yûnus Emre ne diyor?
Yâr yüreğim yar!
Gör ki neler var!
Sonra Ahmed Hâşim’in Karanfil şiirinden okuyorum:
Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil
Gönlüm acısından bunu bildi
Bu mısralarda büyük ses uyumuna uymayan kelimelere dikkat çekiyorum. (Galiba o “büyük ünlü” veya “vokal” uyumu diyordu). O kelimelerin yabancı dillerden türkçeye geçtiğini söylüyor.
Karanfil neydi türkçeye geçmeden önce? Karanful, bu haliyle ses uyumuna uymuyor mu? Biz niye aynen almadık? Ya katre? Arapça katra! Bu ve benzer nice kelimeyi kendi zevkimize uydurduk, bizim yaptık. “Manara”yı arapcadan aldık “minâre” dedik, amma ona kılıf uyduramadık!
Son savunma mevzii “istisnalar kaideyi bozmaz.” Fakat “kural”ı bal gibi bozar. İstisna karşılığı uydurulan kelime “ayra”. “Ayralar kuralı bozmaz” diye bir deyimi millete kabul ettirebilirseniz, buna eyvallah denilebilir. Böyle bir şey olmadığına göre?
Ben de ses uyumuna kör körüne bağlılığın dilimizin âhengini ihlâl ettiğini hatırlatıyorum. Hayâl’i hayal yapmanın, ümid’i umut yaparak türkçeleştirdiğini sanmanın dilimizi güzelleştirmediğini anlatmaya çalışıyorum.
Fakat kime?
Yahya Kemal’in bu kitaptaki bir gazelinden
Elhan duyulmadıkça belâgat giran gelür
mısraını hatırlıyorum.
Elhan, yani nağme, ezgi duyulmadıkça kaideler ilmi giran gelir. Bir an “giran”ı açıklasam mı diye düşündüm. Sonra var geçtim! Bilse ne olur, bilmese ne olur. Kişi önce haddini bilmek gerek!
Bir dilin kuralları olması tabiîdir. Bu kuralların tesbiti ve buna göre dilin anlatılması da olağandır. Fakat bu kurallar ne zaman konulmuş, ona da bakmak lâzım? Mesela, Yûnus Emre çağında büyük ses uyumundan bahsedebilir miyiz? Bu sonraki asırlarda oluşmuş, fakat yine de 1930’larda türkçeye farklı bir istikamet verilirken mutlak bir kaide olarak dayatılmış. Ve işte o zaman anamın dilindeki uzunlu-kısalı, kalınlı-inceli (Yûnüs) tekdüze Yunus yapılmış! Bunu bildikten sonra ses uyumu o katılığını kaybediyor. Dilimizin ses yapısında âhengi ne kadar iptal edersek, o kadar bu kurala sadakat gösteririz.
Yahya Kemâl müşkil, diyor, “dilci”ler “müşkül”de diretiyor. Hele müşkülat ayrı âlem! Neden “müşkület” değil?
Eski Şiirin Rüzgâriyle’de dilcileri rahatsız edecek bir hayli örnek var. Kelimâtiyle (kelimatıyla), billûre (billura) gibisinden.
Molla Kâsım, Yûnus’un şiirlerini şeriate aykırı bularak yakar ve suya atarken, sonunda okumaya başlar ve işte okudukları kurtulur. Bu zamane kâsımına da büyük edebiyatçılarımızı okuyarak dil zevkini geliştirmesini tavsiye ediyoruz. İşte o zaman güzel türkçenin birçok metni tasallutundan kurtulur. Güzeli kendi güzelliği içinde tanır ve sever.
Dilcinin Yahya Kemâl’in ihtişamı karşısında cirmi ne ki? İsterse en yüksek akademik ünvanı taşısın. Türk dili var oldukça Yahya Kemâl yaşayacak, bu kabil “dilci”ler ise zaten yaşıyor sayılmaz!
Gramer yerine dilbilgisi deniyor. Ama gramerci yerine dilbilgisici diyene rastlamadım. Bu tenafürden kurtulmak için dilbilimci diyorlar galiba; dilbilimi ile dilbilgisi aynı mı? Gramer karşılığı uydurulan başka kelimeler de var: Gramatik, kuralbilim, ücükbilik... Böyleleri olsa olsa “ücükbilikçi” olur!