Yahya Kemal, tarihin nasıl okunacağını öğrenmek isteyenler için gerçek bir rehberdir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye Selçuklu yürüyüşü Malazgirt zaferiyle yeni bir istikamet alır: Anadolu, ki o zaman Diyar-ı Rum’dur, yurt olacak, Kostantiniye kızılelması ele geçirilecek...
“Kostantiniye kızılelması”nın sembolü Ayasofya kubbesidir. Yahya Kemal, Malazgirt zaferiyle “Anadolu’nun kapıları denizlere kadar açılmış bulunuyordu” der. “1081’de Türk atlıları, ilk defa, İstanbul’un karşı sahilinde Fenerbahçe ile Üsküdar arasında göründüler. İstanbul’u ve Ayasofya kubbesini Anadolu yakasından ilk gören Türk gözleri bu gözlerdir.” Başka bir yazısında bu ordunun kumandanından, Kutulmuşoğlu (Kutalmışoğlu) Süleyman’dan da bahseder.
Kutalmış ve oğulları Selçuklu tahtında hak iddia ederler, bu veraset meselesi Selçukluları epey uğraştırır. Bir rivayete göre, Alparslan Süleyman’ı Anadolu’nun fethiyle görevlendirir. Yeni bir ülke açılacak ve oranın hâkimi olacaktır. Süleyman, Anadolu’yu doğudan batıya beş yılda kateder ve devletinin merkezi olarak İznik’i seçer. Tarihçiler Rum Selçuklularının kuruluş tarihi olarak 1075’i kabul ederler. Bu durumda Süleyman Şah ve askerleri “Kızılelma”yı Yahya Kemal’in dediği tarihten daha önce görmüş olabilirler.
Tarihin özü şu: Malazgirt zaferi kazanıldığında İstanbul’a doğru yürüyüş başlamıştır.
Bu yürüyüşü Haçlı seferleri duraksatır. Selçuklular merkezlerini İstanbul’un burnunun dibinden Anadolu’nun ortasına, Konya’ya taşımak zorunda kalır. Selçuklu mirasını Osmanlı sürdürür. Osmanlı Beyliği’nin ilk merkezinin Bilecik olması tesadüf değildir.
Orhan Bey, Bursa’yı fethettikten sonra 1331 yılında İznik'i alır ve başkentini İstanbul’a daha yakın olmak için İznik'e taşır. Sonra Bursa’ya dönülür ama hedef değişmemiştir. Osmanoğulları için İstanbul’un fethi baba vasiyetidir. Aslında bu vasiyet nesilden nesile geçmiştir, adeta kültür genlerimize işlemiştir. Fethe kadar hiçbir şekilde vazgeçilmeyen bir hedeftir İstanbul. Fetihten sonra şehrin çehresini değiştirmek için imar hamleleri yapılır, Anadolu’dan nüfus nakledilir. Aksaray, Karaman semtleri bu iskânın hatırasını taşır. Yüz yıl içinde İstanbul artık bir İslâm şehridir. Osmanlı Bizans mirasını da her bakımdan korur. Patrikhane’nin devamı sağlanır, çok sayıda kilise faal haldedir.
“Kostantiniye kızıelması”nın sembolü Ayasofya, cami yapılır. Bu yapılırken mabedin ismi dahi değiştirilmez. Aya Sofya, Latince Santa Sofya veya Aziz Sofi, kutlu hikmet veya mukaddes bilgelik demektir. Buna benzer bir örnek Hıristiyan dünyasında bulunamaz. Camiler ya tahrip edilmiş ya farklı amaçlarla kullanılmış, kilise yapılmışsa da (ki bu Balkanlarda olabilir ancak) camilik döneminin ismi sürdürülmemiştir.
1934’te Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, İstanbul’un fethettiğimiz için Hırıstiyan dünyasından özür dileme olarak yorumlanabilir! Sevr’deki mutabakata uyum geç de olsa sağlanmıştır!
Maşeri şuur, Ayasofya’nın müze yapılmasını hiçbir zaman kabullenememiştir. 1950’li senelerde İstanbul’un fethinin 500. Yılının kutlanması fırsata dönüştürebilirdi. Bunun önü Yunanistan’la ABD gözetiminde yakınlaşma kesmiştir ve Demokrat Parti İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümünü yasak savma kabilinden kutlamıştır.
O yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl ve Nureddin Topçu gibi isimler Ayasofya’nın asli kimliğine dönmesi yönünde fikirlerini ortaya koyarlar. Bu öyle bir konudur ki, Osman Yüksel’in Ayasofya yazısı veya şiiri mahkemelik olur, yazar için savcı idam talep eder! Bu Türkiye’de hukukun ideoloji tarafından nasıl körleştirildiğini apaçık ortaya koyar.
Bu yıllar tek parti dönemi sentetik millet kimliğine karşı bu topraklardan kaynaklanan ve millette karşılığı olan kavramlar ve büyük şahsiyetler ön plana çıkarılmaya çalışılır. Nureddin Topçu sentetik milliyetçiliğe karşı geniş arkaplana sahip bir milliyetçilik görüşü oluştururken Ayasofya’dan da söz etmesi ilgi çekicidir: “Milliyetçiliğimizin bayrağı Fatih tarafından Ayasofya'ya çekildi. Yavuz aynı mâbette hilafeti teslim alırken Büyük Muhammed'in davasının hizmetkârı olacağını haykırarak bu davanın ruhuna İslam'ın mukaddes kanını karıştırdı. Toprağıyla, havasına İslâm'ın ruhu sinen Anadolu'da Osmanoğullarını'nın kurduğu ve altı yüz sene onların eliyle gelişen büyük devletimizin yaşattığı ideal işte böyle bir milliyetçilikti.”
Topçu, Fatih’i konuşturarak Ayasofya üzerinden Türkiye’nin manzarasını çizer. Fatih’in serzenişleri aslında bütün milletin kabullerinin ifadesidir: “Heyhat bana, heyhat asil evlâdıma! Bu şehri görmek istemem artık. Ufuklara çevriliyorum. Bakışlarım daha uzaklara dalarak, düşman emelleriyle minarelerinde ezan sesleri susturulan Ayasofya'nın kubbesinden Irak ve Acem'in hudutlarına kadar bütün Anadolu'yu kucakladı. Nice yüz bin şehit kaniyle üzerinde birlik kurduğumuz bu vatan ne kadar perişan olmuş!”
Velhasıl Ayasofya’nın yükü ağırdı…