Hatırladığınızdan eminim, 2008 yılı, ölümünün 50. yılı dolayısıyla “Yahya Kemal Yılı” olarak ilân edilmişti. O tarihte Kültür ve Turizm Bakanı olan Ertuğrul Günay, bir toplantıda, piyanist Fazıl Say’la yüzde yetmişi barıştırmak için bir kahvaltıda buluştuğunu ve “2008 yılını Yahya Kemal Yılı ilân ediyoruz. Acaba ünlü şairimizin şiirlerinden bir beste yapabilir misiniz?” diye sorduğunu söylemişti. Say’dan bugüne kadar Yahya Kemal’le ilgili bir eser sâdır olmadığına göre, Ertuğrul Bey’in teklifi kabul görmemiş demektir. Nâzım Hikmet Oratoryosu, değerli piyanistin Nâzım’ı, onun üvey babası olmasına ramak kalmış Yahya Kemal’e tercih ettiğini gösteriyor.
Ertuğrul Bey, öyle anlaşılıyor ki, başka bir piyanistin, kendi bakanlığının kurumlarından birinde görev yapan Dr. Aydın Karlıbel’in altı yıldır üzerinde çalıştığı Yahya Kemal Oratoryosu’nu Yahya Kemal Yılı’nda seslendirmek için çabaladığından haberdar değildi.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde görevli sanatçılardan biri olan Aydın Karlıbel, Batı musikisi çevrelerinde yaygın olan Türk musikisi düşmanlığına hiç prim vermemiş, iki musikiyi de çok iyi bilen, Yahya Kemal hayranı bir entelektüel, çok başarılı bir kompozitördür. Oratoryosunu Yahya Kemal Yılı’nda seslendirme imkânı bulamamış olmasını, eserin zorluğuna bağlıyor; ama ben İDOB’da ciddi direnişle karşılaştığını da tahmin ediyorum. Operalarının konularını Osmanlı tarihinden, Kısas-ı Enbiya’dan ve evliya menkıbelerinden alan rahmetli Okan Demiriş’in neler yaşadığını bilenlerdenim.
Yahya Kemal Oratoryosu’nu, bestelendikten tam yedi yıl sonra, Kadıköy’deki Süreyya Opera Sahnesi’nde 2 Mayıs gecesi gerçekleştirilen dünya prömiyerinde dinleyebildim. Aydın Bey, Yahya Kemal üzerinde dört kitap yazmış bir yazar olduğum için, prömiyer gecesine beni de bizzat arayarak davet etmek nezaketini gösterdi.
Yahya Kemal Oratoryosu, hakikaten zor bir eser. Büyük bir orkestra ve koro gerektiriyor. Orkestrada ayrıca dört Türk sazı var: Kanun, ud, kemençe ve tanbur... Türk sazlarının çaldığı bir peşrev ve orkestranın çaldığı “preludium”dan sonra koro ve sololardan dinlediğimiz eserler şunlardı: “Bir Tepeden ve Bir Başka Tepeden”, “Bebek Gazeli”, “Bedri’ye Mısralar”, “Bir Tepeden”, “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar”, “Mahurdan Gazel”, “Su Kasidesi”, “Deniz ve Piri Reis’e Övgü”, “1918” “Erzurum Gazeli”, “Baki’nin Gazeli ve Perestiş”.
Her biri bir harika olan üç Intermezzo’ya da (ara musikisi) dikkatinizi çekmek isterim. “Alla Turca” ismini taşıyan III. Intermezzo Türk sazlarınca icra ediliyor.
Benim anlamadığım, II. İntermezzo’dan sonra yer alan “Su Kasidesi”yle “Deniz” şiirine eklenen, kime ait olduğunu bilmediğim “Piri Reis’e Övgü” şiirinin Yahya Kemal Oratoryosu’nda ne aradığıdır. Dinleyiciler özellikle “Piri Reis’e Övgü”nün Yahya Kemal’e ait olduğunu zannedebilirler. Karlıbel, keşke besteleyeceği şiirleri seçerken sadece İstanbul şiirlerini tercih etseydi. Bana sorarsanız, bu eserde “cânan” ve İstanbul aşkının bir arada terennüm edildiği o nefis “Erenköyü’nde Bahar” şiirinin bulunmaması büyük bir eksikliktir. Yahya Kemal’in her biri bir harika olan “gazel”leri, bu şiirlerdeki özel sesi hissedemeyen ve anlam inceliklerine vâkıf olamayan dinleyicilere bir şey söylemez.
Bestelenmiş şiirlerin sahne üzerindeki elektronik panoda akan metinlerinde ciddi imla problemlerinin ve bazı yanlışların bulunduğunu, mesela “Mahurdan Gazel”deki “halk-ı Sa’dabad”ın “hakk-ı Sa’dabad” şeklinde yazıldığını da hatırlatmak isterim.
Aydın Karlıbel’in gayretini çok önemsiyor ve saygıya değer buluyorum. Opera’nın girişinde karşılaştığım, onun yaptığının bir benzerini Türk musikisi icracı ve bestecisi olarak yapan aziz dostum Ruhi Ayangil’le ayaküzeri bunu konuştuk.
II. Mahmut’tan bu yana devlet ideolojisinin temel tercihlerinden biri çoksesli batı müziği olmuş ve ciddi yatırımlar yapılmıştır. Bununla beraber Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar iki musiki yan yana yaşıyor ve yavaş da olsa birbirini beslemelerini sağlayacak şartlar oluşuyordu. Fakat 1926 yılından itibaren bütün kurumlardan kovulmaya başlanan Türk musikisi, konservatuvarlarda ve müzik eğitim veren diğer kurumlarda hep horlandı ve dışlandı. Kaç defa yazdım, bilmiyorum; Türkiye’de batı müziği ideolojik bir tercih meselesi haline getirilmemiş olsaydı, belki Azerbaycan’da olduğu gibi, Türk musikisinin imkânlarından da yararlanarak bu topraklara kök salacak, dolayısıyla konser salonları Batı müziğini dinlemeleri gerektiğine inandırılanlar tarafından değil, gerçekten severek dinleyenlerce doldurulacaktı. Bu ülkede Batı müziği, maalesef, mensupları tarafından içinden çıktıkları toplumu aşağılamak ve dövmek için bir araç olarak kullanılmıştır.
Kültür politikasının merkezinde seksen küsur yıldır çoksesli batı müziği bulunan bir ülkenin musikide geldiği yer hiç de iç açıcı sayılmaz. Bu, Türkiye’de müzik hayatına çok müdahale edilmiş ve çoksesli batı müziğinin devlet ve bazı seçkinler tarafından zorla kabul ettirilmek istenmesinin kaçınılmaz sonuçlarından biridir. Bu dayatmanın halk tarafından bir çeşit “zulüm” olarak görüldüğünü Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde farklı şekillerde anlatılan ünlü fıkradan biliyoruz.
Türk Musikisi’nin bütün baskılara rağmen direnerek bugüne ulaşmasında Yahya Kemal’in küçümsenemeyecek bir rolü vardır. “Eski Musiki” şiirinde “Çok insan anlayamaz eski musikimizden/Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” dediğini unutmamak gerekir. Mayası, çocukluğundan itibaren -Tanpınar’ın ifadesiyle- “alaturka musikinin tokmağıyla dövüle dövüle yoğrulmuştu.” Tanburi Cemil Bey’in plaklarını Pirenelerden Alplere, götürmediği yer kalmamıştı. Bu onun için vatanını yanında taşımak gibi bir şeydi. Ne zaman Cemil Bey’i dinlese, kendini ya Emirgân’da Çınaraltı’nda yahut Kanlıca Körfezi’nde hissederdi. 1933 yılında yurda döndüğünde, radyolarda icrası yasaklanan ve aşağılanan “alaturka” aleyhinde çok ağır bir hava esiyordu; buna rağmen eski musikinin değerinden bir an bile şüphe etmemiş, hep bu musikinin nağmeleriyle örülü bir ortamda yaşamıştı.
Peki, Yahya Kemal batı müziğini sevmez miydi? Yazı ve şiirlerinde herhangi bir batılı bestecinin veya eserin adını zikretmediğine göre, yıllarca Paris’te yaşamış olmasına rağmen bu müzikle pek ilgilenmediği söylenebilir. A. Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu hakkındaki fikrini soranlara “Kardinal gelmiş Müslümanlara teravih namazı kıldırıyor!” dediği rivayet edilir. Ruhi Ayangil’le ayaküzeri bunu da konuştuk.
O tarihte birisi, “Üstad! İleride sizin şiirlerinizle de bir oratoryo yazılacak!” kehanetinde bulunsa, Yahya Kemal acaba ne derdi?
NOT. Bildiğim kadarıyla bizde oratoryo yazan ilk besteci A. Adnan Saygun’dur. Nevit Kodallı da 1953 yılında Cahit Külebi’nin uzun bir şiiri üzerine Atatürk Oratoryosu’nu yazdı. Aydın Karlıbel’in Yahya Kemal Oratoryosu üçüncü, Fazıl Say’ın Nâzım Hikmet Oratoryosu dördüncü oratoryomuzdur. Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu etrafındaki tartışmalardan gelecek yazımda söz edeceğim.