1912 yılının sonlarında, Kadıköy’deki bir konakta, Paris’ten bir süre önce dönmüş genç bir şairi Tanburî Cemil Bey’le tanıştırmak için kurulmuş bir sofradayız. Masada Cemil Bey’in itiraz etmediği başka isimler de var.
On yıl Paris’te yaşamış olmasına rağmen musikimize aşk derecesinde bağlılığı devam eden genç şair, Yahya Kemal, o günlerde Paris’e dönmek niyetindedir. Çünkü Mesut Cemil’in ifadesiyle Fransız kültürüne hayran, musiki dışında, memleketine ait her şeyi küçümseyen bir snobdur. Onu bu kararından vazgeçirmek isteyen arkadaşları, Cemil Bey’in kemençe ve tanburunu dinlediği takdirde İstanbul’da kalmak isteyeceğini düşünerek Cemil Bey hayranı, zarif ve Bektaşi-meşrep bir İstanbul efendisi olan Şevket Bey’in evinde ikisini bir araya getirmeyi planlar ve planı uygularlar.
O gece Şevket Bey’in evine hanende bir hâfızla birlikte gelen Cemil Bey eski Osmanlı geleneklerine uygun olarak terbiyeli bir eda ile oturmuş. Bir süre sohbet etmişler ve yemekten sonra musiki faslı başlamış. Kemençeyi bırakıp tanburu, tanburu bırakıp kemençeyi alan Cemil Bey mucizeli taksimlerini birbiri ardınca sıralamış. “Yine yol vermedi Acem dağları”... Bir taksim... “Yine de kaynadı coştu dağların taşı”... Bir taksim daha... “Nazlı nazlı sekip gider güzel ceylan”, ve...
Yahya Kemal, Mesut Cemil’in de bulunduğu bir dost meclisinde bu hâtırayı çok renkli sohbet üslûbuyla anlattıktan sonra: “O zaman karşımda bir altın kapı açıldı. Memleketime bu kapıdan girdim!” diyecektir.
Mesut Cemil’e göre, Yahya Kemal’in bu hâtırayı anlatış tarzı, tıpkı Cemil Bey’in taksimleri gibi inanılmazdır: “Şiirindeki gibi mucizeli konuşma üslûbuyla bize birkaç defa öylesine anlatmıştı ki, her seferinde hepimiz konuşamaz, düşünemez, kımıldanamaz olmuştuk. Fakat bu anlatış da Cemil’in taksim halindeki besteleri gibi, yalnız Yahya Kemal tarafından, bir an için, ilk ve son defa mümkündür; üstelik plağa da alınmamıştır!”
***
Bu hadiseden otuz küsur yıl sonra, 1950 yılının ortalarında başka bir sofradayız. Devrin tanınmış eğitimcilerinden felsefe öğretmeni İhsan Kongar’ın Çarşıkapı’daki evinde, felsefe profesörü Vehbi Eralp, şair Behçet Kemal Çağlar ve tıp profesörü İhsan Şükrü Aksel gibi önemli adamların davetli olduğu yemekte Yahya Kemal de şeref misafiridir.
İhsan Kongar, Yahya Kemal’in musikimize düşkünlüğünü bildiği için yemeğe o tarihte yıldızı yeni yani parlamaya başlayan genç bir tanburîyi de davet etmiştir.
Masanın beri taraftaki ucuna ilişiveren tanburî, ev sahibi hanımefendinin özenle hazırladığı sofranın başında oturan ve her zamanki gibi Osmanlı tarihinden, şiirden ve musikiden söz eden Yahya Kemal’i dinlerken heyecanlıdır; çünkü birazdan Tanburî Cemillerle, Udî Nevreslerle arkadaşlık etmiş bu büyük şairin huzurunda tanbur çalacaktır.
Söz dönüp dolaşıp musikiye gelince, sofradakiler, üstada daha önce övgüyle söz ettikleri genç tanburîden bir şeyler çalmasını isterler. Kimi, “Evlâdım, üstad Mahur sever, Cemil Bey’in Mahur Peşrev’ini çal!”, kimi “Hayır, Kürdîlihicazkâr Semaî’yi çalsa daha iyi olur!” diye ısrara başlayınca, Yahya Kemal araya girer: “Bırakın, sıkıştırmayın çocuğu! Evlâdım, sen bakma onlara, en fazla neyi etüd ettiysen onu çal!”
***
Yahya Kemal’in ses tonundan, sofranın bir köşesinde utangaç bir tavırla oturan yirmi yaşlarındaki gözlüklü tanburîden fazla bir şey beklemediği, hatta bir an önce tanbur faslını geçip yemeğe devam etmek istediği anlamı çıkmaktadır.
O gece, o güzel sofrada bulunmanın verdiği sevinç ve gururla ayakları yerden kesilen genç tanburî hiç alınmaz; harikulâde bir taksimle başlayarak nefis bir musiki ziyafeti çeker. Hiç beklemediği bu salvo karşısında şaşıran Yahya Kemal, çatalını bıçağını sessizce bırakıp gözlerini kısarak genç fırtınanın mızrabından dökülen nağmelere kendini bırakır. Genç tanburî son eseri de çalıp tanburunu kucağına koyunca gözlerini aralayan Yahya Kemal der ki:
“Delikanlı, yağlı güreşte pehlivanlar önce bir ense başlayıp yavaş yavaş elense çekerler. İtişip kakışırlar ki asıl oyunlarına girmeden önce birbirlerini ölçüp tartmış olsunlar. Yâhu sen bir dalış daldın ki, bizi kündeden aşırttın!”
Yahya Kemal’in o tarihten sonra “Küçük Cemil’im” dediği sanatkâr, Tanburî Necdet Yaşar’dır.
***
Birinci anekdotun farklı versiyonlarını Mesut Cemil’in babası hakkında yazdığı kitaptan, Vehbi Eralp’tan ve Orhan Şaik Gökyay’dan okumuştum. İkinci anekdotu ise, yine bir dost sofrasında bizzat Necdet Yaşar’dan dinledim. Aziz üstad, bu hatırasını anlattıktan sonra şöyle devam etmişti:
“YÖK fakiri profesör yaptı, devletimiz de ‘Devlet Sanatçısı’ ilân etti. Ben bu unvanları hiçbir zaman kullanmadım; fakat o yemekten sonra dostları arasına katıldığım Yahya Kemal’in iltifatını ve ‘Küçük Cemil’im’ sözünü dostlarıma her zaman hatırlatırım. Bu kadarcık övünmeyi de hoşgörün artık!”
***
Bu yıl, 28 Temmuz 1916 tarihinde hayata veda eden Tanburî Cemil Bey’in vefatının 100. yılıdır. Bu vesileyle çeşitli toplantılar düzenleniyor, konserler veriliyor. Şehir Üniversitesi de ekim ayında bir sempozyum gerçekleştirecek. Bu arada büyük sanatkârın kendi orijinal kayıtlarının bir araya getirildiği 10 CD, bir plak ve bir kitaptan oluşan muhteşem bir setin Kalan Müzik tarafından yayımlandığını duyurmak isterim.
Yahya Kemal’e ve vefatının 100. yılında Tanburî Cemil Bey’e Allah’tan rahmet, 86. yaşını idrak eden Necdet Yaşar ağabeyime de daha uzun bir ömür diliyorum.